17 Aralık 2012 Pazartesi

Büyük yazarlar

İnternet üzerinde yazılarını yayımlayan birisi olarak merak ettiğim şeylerden birisi de büyük yazarların yazılarını yaratma sürecinde tarzları, farklılıkları, yaşadıkları olaylar vesaire. Mesela ben yazılarımı belirli bir altyapı oluşturmadan, boş bir sayfaya aklıma gelenleri karalamak şeklinde oluştururken eminim yazılarının kurgusu hakkında günlerce düşünen, hatta bir yazı üzerinde defalarca değişiklikler yapan yazarlar mevcuttur. Kimi şahıslar günümüzde dahi kalemi eline almadan, beyaz sayfaya dokunamadan yazılarını oluşturamıyorlar. Burada sevindiğim nokta internet çocuğu oluşum ve yazmaya bilgisayar üzerinde başlamış olmam. Tamam tamam benim gibi başlayıp da aradığı mutluluğu kâğıtlarda bulan fakirlerin olduğu gerçeğini biliyorum. Şaka bir yana tarz işte. Büyük yazarlar hakkında konuşacaktım yine konuyu nerelere getirdiniz? Yani şimdi bi İhsan Oktay Anar’ın kitaplarını bilgisayarda yazdığını düşünelim. “Efendimizin peklik denilen belâ-yı muazzamadan mustarip olduğuna dair bir şeyia yayılması facia olurdu.” Şimdi bi düşünelim İhsan Oktay Anar’ın “belâ-yı muazzamadan” yazarken shift+3 yaptıktan sonra elini çekip a’ya bastığını. Yakışmaz. Olmaz. Mesela ona çizgisiz kâğıt bile olmaz. Teksir kâğıdı (saman kâğıdı) bile az kalır bence.

Bir de bir makalede okumuştum. (Büyük ihtimalle Milliyet-Galeri’de görmüşümdür.) Yazarların yazılarını yaratırken yaptıkları değişik şeyler başlıklı bir şeydi. Ayağını suya sokanlar, kuma değdirenler, kahvesiz yazamayanlar gibi gibi. İnsan merak ediyor gerçekten. Biraz da kendini sorguluyor: “Ben niye pijamalarımla yatağımda bilgisayarı kucağıma almış yazıyorum lan?” diye. Kendimi zor tutuyorum banyodan çamaşır leğenini getirmemek için. Belki o zaman büyüleyici şeyler çıkacak ortaya. Bir de götü göğe ermeden yazamayanlar var ama onlar bu yazımın konusu değil lütfen. 

Bu satırları çikolatamı yerken icra ediyorum. Annem geldi odaya “Çöpleri at dışarı çıkarken.” dedi. Telefonum çaldı, açtım, arkadaşım banko maç istedi. Sokakta bi adam “Amını siken.” diye bağırdı. Neyse ben önemli değilim burada. Önemli olan büyük yazarlar. Acaba hâlâ daktilo ile yazan var mı? Vardır tabii ki de. O ses ilham veriyordur belki. İlham bu abi? Nerden geleceği belli olmuyor. Bazen bir elektrik kablosu bile ilham verebiliyor insana. Şeyi de merak ediyorum mesela. Yazarlar kitaplarını yazarken kaynaklardan (kişiler, kurumlar, belgeler vb.) ne derece faydalanıyorlar? Günün hangi saatleri yazmayı tercih ediyorlar? Sözlük kullanıyorlar mı? Müzik dinliyorlar mı yazarken? Oğlum siz en iyisi bana birkaç tane yazar bulun lan? Çok soru sorasım var çünkü onlara.

2 Aralık 2012 Pazar

Televizyondan kendini izleyen adam

Neredeyim acaba şu anda? Bi yerlerden tıkırtı geliyor. Sanırım bardak sesi bu. Mutfaktayım herhâlde. Büyük ihtimalle raftan Defne’nin getirdiği bardağı almaya çalışırken çıkardım bu sesi. Kahve mi çay mı içeceğim acaba? Bence kahve. Saat 16.00 çünkü. Ben kahve içerim bu saatte. Uyanalı çok olmamıştır zaten. Ortalığı neden bu kadar dağıttım ki? Ha hatırladım, neydi şu kızın adı? Serel. Değişik bir isim. Onunlaydım dün akşam. Yine de ortalığı nasıl bu kadar dağıtabildik şaşırdım doğrusu. Neyse ki kendim de pek toplu değilim ruhsal olarak. O yüzden sorun arz etmez odanın hâli. Zil çalıyor. 6 saniye sonra “Kim o?” diyorum genelde. 16 saniye geçtiği hâlde hâlâ zil çalıyor. Sanırım bakmıcam kimin geldiğine. Belki de hırsızdır. Hırsız neden zile bassın? Neyse çalar çalar gider.

Sonunda odaya geldim. Hoş geldim. Hoş bulduk. Ohaaa bu hâl ne böyle? Dayak mı yedim ben? Dur bi dur eline kumandayı alma. Konuşalım bi şöyle. Kime sorucam bana nolduğunu? Dün akşam Serel’le eve geldim. İçtik. Dağıttık. Deliler gibi seviştik. Serel sadist çıktı ve bu hâle geldim. Yo böyle değildir. Dün akşam Serel’le eve geldik. İçtik. Dağıttık. Deliler gibi seviştik. Serel sabaha karşı cüzdanımı alıp ortadan yok olmaya hazırlanırken uyandım ve yatak odasındaki vazoyla suratımı dağıttı. Bu hiç değildir, kız öyle birine benzemiyordu. Serel’le eve geldim. İçtik. Dağıttık. Tam sevişeceğimiz sırada Serel “Bir işim çıktı acilen eve gitmem lazım.” dedi. Onu eve bırakmak için bizden çıktık. Onu kapısına kadar bıraktım. Dönüşte tinercilerin saldırısına uğradım. Evet, bu mantıklı biraz. Telefonum çalıyor.

-Alo.
-İyiyim, iyiyim.
-Yok bi şeyim gerçekten. Birkaç ufak kızarıklık var. Onlar da birkaç güne kalmaz geçer.
-Özür dilemene gerek yok cidden. 3-4 kişiydiler.
-Ne polisi ya? Kim olduklarını bile bilmiyorum. Neyse kapatalım konuyu. Sen napıyosun?
-İyi bakalım. Görüşürüz akşama. Öptüm çok.

Gerçekten çok anlaşılır bi konuşma yaptım yine. Telefonda karakter sınırlaması getirildiği hissine kapılıyorum herhâlde. Ağzımdan lafı cımbızla alıyorlar. Kahveyi kokluyorum. Evet, bunu çok seviyorum ama ama ama alma şu kumandayı eline. Standby güzel. Oooof. Dur ama. Neyse. Görüşürüz yine.

27 Kasım 2012 Salı

Hayatın kendisi sınav be karşim

İnsanları teselli etmek ne kadar zor bir şey lan. Bazı insanlar bunu ne kadar güzel beceriyor. Kendime özel güçler enjekte edebilsem 26. sırada bu özelliği tercih ederdim. Yakını ölmüş birisine “Başın sağ olsun kardeş.” “Allah rahmet eylesin.”den öte şeyler söylemesi gerekiyor çünkü bazen insanın. Hadi Hasan abiye dersin böyle ama ya yakın arkadaşınsa bu yakını ölen. Sonuçta çok vakit geçiriyosun onunla. 3 dakikada 1 de “Allah rahmet eylesin.” denmiyo işte. “Allah rahmet eylesin be kardeş.” Aradan 3 dakika geçer “Allah rahmet eylesin ya.” Aradan 3 dakika geçer “Allah rahmet eylesin. Toprağı bol olsun.” falan derken arkadaş kayışı kopartıp “Senin Allah’ını, kitabını…..” diye falan gider diye korkuyorum. Hayır, adamı dinden çıkarıcaz. Neyse konudan kopmayalım. Ölüm çok ağır oldu. Basite indirgeyelim. Sınavı kötü geçmiş arkadaşın mesela. Şimdi ne dicen buna? “Herkese zor booolum.” “Yaaa finale çalışırsın adam gibi.” Yani bunları söylüyorum söylüyorum ama bi sikime yaramıyo sanki . Yaramaz çünkü klişe şeyler. “Ya şu konuma gelebilmek için en az 250 tane sınavdan geçtin sen. Bak onları geçtin diye buradasın zaten. Nolacak bu kötü geçtiyse? Düzeltirsin.” He amk he, iki hesap yaptım diye teselli uzmanı oldum 2 dakikada. İşte böyle boş boş teselli falan ederken sonra ben de sapıtıyorum tabii “Amaaan siktir et be.” diyiveriyorum. Hayır bir gün adamın dayısı ölecek ve ben yine “Amaaan siktir et be.” diyicem. Yakışmayacak yani bana. “Allah rahmet eylesin.” diyip susucam hemen ardından. O yüzden şöyle diyorum ki: Benim çevremde kimse zor duruma düşmesin. Herkesin dersleri güzel olsun. Kimsenin yakını ölmesin. Nenen ölsün. Sarı gelin aman, sarı gelin aman… Suna yarim… :D Ha bu arada: HAYATIN KENDİSİ SINAV BE KARŞİM.

5 Kasım 2012 Pazartesi

Kıssadan gidiyorum

Jimi Hendrix, Jim Morrison, Kurt Cobain… Üst katlarda boş oda. Bence biraz daha kahve. Saat 23.54. Telefon açılmayacak. Evet içeri girerken düşürmüşüm. Ünlü biri değilim ben. Güzel müzik. Pencere.

Kararımı günler önceden verdim. Yine de düşüncelerimi harekete geçirmem için davranışlarımın kontrolsüzlüğünü sağlamam gerek.

“Tek başıma ne kadar içebilirim acaba?”

Boş boş dolaşıyorum sokaklarda ama ne yapacağımı çok iyi biliyorum. Arıyorum ve geliyor. “Ben seni çok sevmiştim biliyor musun?” Gidiyor.

Biraz daha dolaşıyorum sokaklarda ve yine ne yapacağımı çok iyi biliyorum. Arıyorum ve telefonunu açmıyor. Takıldığı mekânları tek tek geziyorum ve onu buluyorum. Telefonunu evde unutmuş. “Ben sana çok güvenmiştim biliyor musun?” Gidiyorum.

Telefonumu unuttum bahanesiyle eve dönüyorum. Annem kapıyı açıyor. “Anne seni çok seviyorum.” Geleceğim.

“Evet evet üst katlarda bir oda istiyorum.”

Kahvem odama geliyor. Onu bile fondip yapmaya kalkıyorum. Saatin daha 23.54 olduğunu görünce sokaklara 18.00’de çıktığım aklıma geliyor. Telefonum çalıyor o sırada. O arıyor. Açmıyorum. Bir daha arıyor. Açmıyorum. Kapı çalıyor. Adamın biri kimliğimi bana uzatıyor. Bir daha arıyor. “Sanırım içeri girerken düşürmüşüm.” diyorum. Kapıyı kapatıyorum. Ünlü biri değilim ben. Telefonu açmıyorum.

Dışarıdan çok güzel bir müzik geliyor kulağıma. Dinliyorum. Saate bakıyorum. Çakmağımı çakıyorum. Üflüyorum. Çakmağımı çakıyorum. Üflüyorum. Çakmağımı çakıyorum. Üflüyorum... 27. kez çakmağımı çakıyorum. Üflüyorum. Oda çok sıcak geliyor. Pencereyi açıyorum. Kendimi bırakıyorum.

1 Kasım 2012 Perşembe

Gergedan yazısı

Ya bilirsiniz ben öyle pek dizi izleyen biri değilimdir. Genelde belgesel izlerim. Bizim evde 1 numaralı kanalda Belgesel TV var hatta. Yani anlıcağınız belgeselle yatar, belgeselle kalkarımdslşjdfsşldsjşlsdhsdlkhsdi (ÇARPILDI)

Bana belgesellerde gördüğün 3 hayvan söyle desem büyük ihtimalle “Aslan, fil, kaplan.” diyeceksin. “Haaaayııır ben demem.” diyor olabilirsin. E o zaman tamam “Yılan, çita, antilop” falan diceksin yani. Anladın mı demek istediğimi? GERGEDAN demeyeceksin.

Şimdi burada gergedanların gergedangiller familyasından geldiğini falan söylemek istemiyordum ama şu –giller olayı çok komik geliyor bana. Hani ülkemizde yerel ağızda kullanım vardır ya bizde “Annem de Sümbül teyzegillere gitti az önce.” deriz. Sümbül teyze ve ailesini kastederiz. Gergedangiller deyince de aklıma o geliyor işte. “Akşam gergedangillere oturmaya gittik, bize taşşak ikram ettiler.”

Neyse konuya dönelim. Bu gergedanlar neden belgesellere çıkmaz? Öncelikle bu öküzler otçuldur. Öküz dedim ama sevgimden dedim yani. Yani anlıcağınız bunların antilop kovalama, geyik gözleme gibi olayları yoktur. İnek gibi otlan dur. Avcı kısmında bi cacık yok işte. Bir de av kısmına bakmak gerekirse o da tam bir hayal kırıklığı. Zaten filden sonra en büyük 2. hayvan bunlar. Yer yer derisinin kalınlığı 5 santime kadar ulaşıyormuş, varın çükünü siz düşünün. Neyse işte bunlar yetmiyormuş gibi bir de boynuz(lar) koymuş Allah bunlara. O da sonradan konulmuş gibi duruyor zaten. Bu kadar iri olmasına rağmen de 40-45 km hızla koşabiliyorlar. Hayır şimdi bu hayvana kim kafa tutacak? Sadece boynuzlarını ele geçirmeye çalışan insanlar… (İĞNELEME YOLUYLA SOSYAL MESAJI DAYADIM)

Nesilleri zaman zaman tükenme ile karşı karşıya kalıyor. Boynuzu çük kaldırıcı bir etkiye sahipmiş insanlarda, boynuzundan çok güzel kılıç sapı oluyormuş, ya abi bu hayvanın çişi için saatlerce bekleyen insanlar mevcutmuş. Çok garip değil mi? Çamur banyosu yapmayı seven hayvanın çişinden medet ummak? Bence garip.

Velhasıl, bu hayvanlara verilen nimetlerle yaşam şekilleri arasında bi uyumsuzluk var. Evrim sürecinde kesin hayvan içinden uzaklaştı bunlar. “Boş ver kanka ya, biz evrilmesek de olur.” dediler kendi aralarında. Yanlışlıkla evrilenler falan oldu. İşler karıştı ve ortaya böyle asosyal canlılar çıktı. Bizim bu saatten sonra yapmamız gereken en azından zaman zaman gergedan diye bir hayvanın varlığını hatırlamak. Neden mi? Çünkü gergedanlar çok yalnız.

Ha bir de küçükken gül dikenini burnumuza yapıştırır gergedan olurduk ya hani, bence biz o zaman çok güzeldik.

20 Temmuz 2012 Cuma

Çekirdek kabukları


  2’li koltuklara bacaklarımın yarısı koltuğun dışında olacak şekilde uzanmış ve laptop kucağımda bilinçsizce oradan oraya atlıyordum. Koridorun ışığının yanmış olması babamın tuvalete kalkmış olma ihtimalini güçlü kılıyordu çünkü annem geceleri pek uyanmayan bir kadındı nedense. Babam odaya girip benim hâlâ uyumadığımı görmesin diye dua ederken ışık kapandı neyse ki ama o anda odanın kapısı açıldı. “Senin saatten haberin var mı?” sorusu ve ona binaen birkaç moral bozan laflar… Takmadım her zamanki gibi. Televizyonu açmanın mantıklı bir karar olduğunu düşündüm. Nedense babam bilgisayar açık geç saatlere kadar oturmama kızarken, televizyona kızmıyordu. Dizilerin eski bölümleri, gündüz kuşağı kadın programlarının tekrarları… Kapattım. Telefonumun saatine baktığım anda dakika değişti. Gereksiz yere mutlu oldum. Evet. Ben gereksiz yere mutlu olanlardandım. Eski sevgilim yakıştırmıştı bu sıfatı bana. Ah Linda.

İnsanların çoğuna itici gelmesine rağmen kedileri seviyorum. Hele ki o sokakta birbirleriyle karşılaştıkları andaki salakça bağrışmaları. Bebek ağlaması gibi… Neden dışarı çıktığımı soruyorum tam 13 dakikadır kendime. Bir de üzerimde incecik bir hırkayla ama başımdan beremi eksik etmiyorum. Ayaklarım beni yine büyük meydana götürüyor sanırım. Her zamanki gibi yere oturuyorum ve sırtımı bankın oturulan yerine yaslıyorum. Yerdeki çekirdek kabukları ile tozları temizliyorum. Saat 3.15 olmasına rağmen oldukça fazla araç geçiyor caddeden. Çift yönlü yolun yanına oturmuş her sağa giden araçta kendisine, her sola giden araçta karıncalara sayı yazan bir küçük bir kızım işte. Karıncalar 8-5 öndeler. Markasını bilmediğim mavi bir araç geçiyor ve Linda farkı 2’ye indiriyor.

Gece dışarı çıkma fikri bu şehirde korkutuyor insanı. Kapıyı sessizce açıyor ve kapatırken de aynı özeni gösteriyorum. Evdekiler uyanır ve olmadığımı fark ederlerse diye kapıya Can ile konuştuğumu, moralinin çok bozuk olduğunu ve yanına gittiğimi saçmalayan bir yazı asıyorum. İşi yazıya bırakmadan eve dönme düşüncesindeyim aslında. Kedilerden nefret ediyorum. Hele ki şu sokakta bağırınıp duran pis kedileri öldüresim geliyor. Tamam tamam kabul ediyorum. Biraz uç bir nokta bu ama ne kadar sevmediğimi anlatabilmişimdir herhâlde. Bu şehir beni geceleri çok korkutuyor. Büyük meydana gitmek en mantıklı hareketmiş gibi geliyor. Yol boyunca karşıma bir tane bile insan çıkmıyor. Büyük meydana geldiğimde meydanın uç tarafında yere oturmuş bir adam görüyorum. Korkak birisi olmasam yanına giderdim. Ondan olabildiğince uzakta duruyorum. Bir ağacın altına oturuyorum. Yüzüm o adama dönük çünkü beni görürse yanıma gelme ihtimalini düşünüyorum. Herhâlde kimsesizin tekidir diyorum. Aklıma hep filmlerde olan aslında doktor fakat yaşadığı bir sürü talihsizlikten sonra sokaklarda yaşamaya başlayan adamların hikâyeleri geliyor. Büyük ihtimalle esnaf bakıyordur ona. O da esnafa anlamsızca bakıyordur. Sonra arkamı dönüyorum.

Karıncaları yeniyorum 3 farkla. Belki de karıncalar bana yeniliyordur. 50 metre kadar ötemde bir araba duruyor. İçerisinden kimse inmiyor. Yolun kenarında öylece duruyor. Kafamı alana doğru çeviriyorum. Meydanın diğer köşesinde bir adam oturuyor. İçimde yanına gitmek gibi karşı konulamaz bir istek doğuyor. Ayağa kalkıyorum. Adam kafasını bana doğru çeviriyor. O da ayağa kalkıyor. Ona doğru yürüyorum. Adam hâlâ bana bakıyor. Yaklaşıyorum. Ayağı kalkıp yürümeye başlıyor. Yaklaşıyorum. Uzaklaşıyor. Yavaşlıyorum. Koşturuyor. “Heeey” diye bağırıyorum. Koşturuyor. Duruyorum.

Evden çıkma fikrinin doğru bir karar olup olmadığı konusunda hâlâ tartışıyorum kendi içimde. Yerdeki çekirdek kabukları ile adımı yazıyorum. Bir ara meydanın diğer ucundaki adamı kontrol etmek için kafamı çeviriyorum. Adamın ayağa kalktığını görüyorum. Bana doğru yürüyor. Bekliyorum belki yönünü başka yere çevirir diye. Adam bana yaklaşıyor. Kafasında bere var. Baharın ortasında kafasında bere olması beni şaşırtıyor. Bunu düşünürken hızlı adımlarla yürümeye başlıyorum. Arkamdan geldiğini hissediyorum. Koşturuyorum. Koşturuyorum. “Heeey” diye bağırıyor. Sadece  “Linda” diyebiliyorum. Durmuyorum. Koşturuyorum.

27 Haziran 2012 Çarşamba

Üreyen merdivenler

Şimdi hayatımızın vazgeçilmezlerinden olan yürüyen merdivenler hakkında birkaç şey söyleyip gidicem.
O merdivenler ne için yapılmış? İnsanlar yorulmasın diye değil mi? Öyle. Başka bir amacı ise çabuk hareket etmek olabilir. Kurallar yürümeyen insanların merdivenin sağ tarafında beklemesini yürüyenlerin ise sol taraftan yoluna devam etmesini söylüyor ama bazı insanlar sağlı sollu diziliyolar merdivene ve geçicek yer kalmıyor. Güzel olmuyor.
Bir de yürüyen merdivenlerde üreyen insanlar mevcut. Abi nasıl bir fantezidir o ya. Asansörü kabul ederim de millet bildiğin yürüyen merdivende sevişiyor. Hatta erkek alt basamakta kadın üst basamakta duruyor. Bu değişik geliyor bana.
Bir de yürüyen merdivenlerde elimizi koyduğumuz yerler de hareket ediyor. Ben hep onu durdurmaya çalışıyorum olmuyor. Hatta ayağını iki tarafa açan insanlar da gördüm ben. Komik oluyor fakat yine de merdivenin bitimindeki yere sıkışacağını düşünen teyzeler kadar komik değil.
Bazı merdivenlerin üst tarafında ayna gibi şey oluyor, metal midir nedir? Her ne boksa. Oradan kendine bakan insanları çok seviyorum çünkü ben de bakıyorum.
Yürüyen merdivenlerin en kötü yanı ise yukarı çıkarken ön taraftakinin götü ile sizin yüzünüz aynı hizaya geliyor bazen. Şey kötü yanı demiştim değil mi? Evet kötü yanı. Yukarı çıkana kadar o götle yüz göte kalıyosunuz. Garip oluyor.
Son olarak da merdivenin gidiş yönünün tersi yönünde gidip komiklik yapmak üzerine. Zamanında ben de yaptığım için çok üstüne gitmiyorum bu konunun. Niye öyle bir şey yaptık ki lan biz? Neyse bu kadar yeter. 5 dakikada yazdım. :D 

6 Haziran 2012 Çarşamba

Gerçek Kesit #2

Bu gece canım çok attırıklı yazı yazmak istedi. Böyle konudan konuya atlıyosun. Lidılayvi de bunu çok yapıyo. Hatta akımın öncülerinden. Mopazant gibi adam vesellam. Mopazant dedim de aklıma geldi. Neydi la o öyle? Bir tarafta Çehovlu, Sait Faikli durumcular, diğer tarafta Ömer Seyfettinli, Mopazantlı olaycılar. Kesin soru çıkardı bundan. Ben neyse ki o en sondaki kompozisyon bölümünden kurtarırdım olayı. 40 puanlık kısım oluyodu sanırsam. Kâğıdı da hep geç verirdim. O yüzden erkenden verip çıkanlara hep imrenirdim. Farkındayım çok vermeli bi muhabbet oldu ama onlar da genel de düşük not alırla bağlayayım bari. Ayakkabı bağlamayı öğrendiğim zamanı hatırlıyorum. Böyle ayakkabılarımı kucağıma koymuşum. Bağlayamıyorum diye sinirimden ağlıyorum. Sonra bi anda bağladım. Heyecanla çözüp tekrar denedim ama başaramadım. "Hasktir la az önce bağlamıştım ama." oldum böyle. Yılmadım tabii ki. Akşama kadar ayakkabı bağlamayı söktüm. Bağlamayı söktüm de değişik oldu. Ne demişler bana balık verme, o balığı götüfikasşldajsş. Neyse. Küçükken hırslıymışım aslında. Başarısızlık sonucu ağlarmışım en azından ya da çok üzülürmüşüm. Şimdi amaaaan sikimden aşşaaa Kasımpaşa da süper lige çıktı ya lan yine. Buradan tebrik ederim kendilerini ve onları sahneye davet ediyorum. Beni böyle pek sahneye davet etmediler sanki. Oğlum birisi beni sahneye davet etsin lan. Ay bak şimdi bile heyecanlandım. Normalde bu tarz şeyler heyecanlanmam ben ama salaklaşırım. Hayatımda bir kere iş görüşmesine girdim. Onda da bir performans sergiledim ki ortalığın amına koydum denilebilir. İyiydim iyi. Zaten son dönemde tek övünebildiğim şey o görüşmeler herhâlde. Üç kadının karşısında iyi terlemiştim ama. Kadın bi soru soruyodu. Ben cevaplıyorum ama sanki cümleye başladığım anda bir yolculuğa çıkıyorum böyle. Puanları toplayıp çıkışı arıyorum. İşte o zaman hep çıkışı bulmuştum. Çünkü BURASI LABİRENT BURDAN ÇIKIŞ YOK. Öyle işte.

28 Mayıs 2012 Pazartesi

İbretlik test soruları

Sorular bir 3. sınıf test kitabından alınmıştır.
Volkan DEMİREL
Arda TURAN
Cem YILMAZ
Hamdi ALKAN
Fatih TERİM- Servet, Hamit, Semih
Mehmet ÖZ
Valla pek çıkaramadım ama Denzel WASHINGTON gibi
Ebru GÜNDEŞ
Mustafa TOPALOĞLU
ÖZGÜ NAMAL
Tarkan

23 Mayıs 2012 Çarşamba

Ben yine de erken çıkıyorum

Sanırım ilk duraktan otobüse binmek gibi bir fantezim var. Hele ki ineceğim yer son duraksa ilk durağın değeri daha da artıyor gözümde. Bugün nedense pek de kalabalık değil otobüs. Her gün bindiğimden farklı bir saatte bindim bugün. İnsanlar bile bir değişik. Neyse ki şoföre karşı bir göz aşinalığım var. Kulaklıklar kulağımda, çantamdan kitabımı çıkarıyorum. Okumaya başlamadan okuduğum ile okumadığım sayfaları karşılaştırıyorum ve okumadıklarımın hanesine bir puan yazıyorum. Türk yazarları çok seviyorum o an için. Sebepsiz yere. Otobüsün yaş ortalaması tahminimce 40. “Beyler ben ineyim isterseniz.” diyesim geliyor. Demeyeceğimden yüzde yüz eminim. Demeyeceğimden yüzde yüz emin olduğum şeyleri desem başıma neler gelir diye düşünme oyunumu oynuyorum işte kendimce. Gözlerimi kapatıp nerede olduğumu tahmin etmece oyunum aklıma geliyor ama onu oynamıyorum. Yarım saattir gidiyoruz. Otobüsün nüfusu yavaş yavaş azalıyor. Yaş ortalamamız 50’lere çıkmış durumda. Kitabıma daldığım 15 dakikanın ardından kafamı kaldırdığımda otobüste benimle birlikte üç kişi kaldığını fark ediyorum. Biri şoför zaten. Burada şoförü saymam gerekir mi acaba diye düşünürken diğer yolcu da iniyor. Şoförle baş başa kalıyoruz. Ben otobüsün en arkasındayım, o ise en önünde. İkimiz bir ikarusun güller açan dalıyız adeta. Aynadan şoföre bakıyorum. Burnunu karıştırıyor. Ben utanıyorum nedense. Sonra bana bir şey diyor ama motorun gürültüsünden duymuyorum. Sonra bana tekrardan bir şey diyor. Ben yine motorun gürültüsünden ne dediğini anlamıyorum. O hâlâ diretiyor. Büyük ihtimalle ikinci söylemesinden sonra her cümlesinin sonuna “Kulağını sikeyim senin.” ekliyor. Yanına gidiyorum. “Acele işin var mı?” diyor. Durup “Bu bir teklif mi?” diyesim geliyor ama demiyorum tabii ki. “Yok abi. Eve gitcem ben.” diyorum. O ne demekse gari. Mezarlığa gidiyoruz şoförle. Beni çocuğunun mezarına götürüyor. Kanserden ölmüş iki yıl önce bugün. Konya Üniversitesinde okuyormuş. Tek çocuğuymuş. Bana çok başarılı olduğundan söz ediyor. Ben söyleyecek bir şey bulamıyorum. Her cümlesinden sonra dönüşümlü olarak “Başınız sağ olsun.” ve “Allah rahmet eylesin.” cümlelerini kullanıyorum. Belki biraz samimi olsak “Ölenle ölünmüyor.” ve “Hayat devam ediyor be abi.” gibi yalancı cümleler de kurardım. Bizi gören çocuklar ellerinde şişeleriyle etrafımızı sarıyorlar. Mezarı suluyorlar. Sanki onların mezara döktükleri su, şoförün gözlerine isabet ediyor. Dua ettikten sonra otobüse geçiyoruz. En arkaya gitmiyorum bu sefer. Şoförün yan tarafına oturuyorum. 15 dakika boyunca hiç konuşmuyoruz yine de. Eve geliyorum. Sabah yeniden okula gidiyorum. Onunla karşılaşayım diye yine okuldan erken çıkıyorum. Sonra yine eve geliyorum. Sabah yeniden okula gidiyorum. Erken çıkıyorum. Eve geliyorum. En öne oturuyorum ve biz hâlâ konuşmuyoruz o günden sonra. Ben yine de erken çıkıyorum.

20 Mayıs 2012 Pazar

Hector tut elimden, gidelim ambulansa

-Sürekli otobüsü kaçırıyorum. Yani hırsız anlamında değil. Geç kalma anlamında kaçırıyorum ve sürekli bir taksiye binip yarı yolda otobüsü yakalıyorum. Yolcuların garip bakışları altında 41 numaralı yerime otururken her seferinde ceketimi çıkartma esnasında dirseğimle yanımdaki adamı dürtüyorum. Yanımdaki adam hiç değişmiyor. Günlerdir aynı adam bana yol arkadaşı oluyor. Sarı saçlı, sarı bıyıklı tahminimce Ege’nin köylerinde doğmuş ve buralarda ne işi var diye düşündüğüm sessiz yol arkadaşım. Yolculuk boyunca tek kelime etmiyor. Çay içiyor ve her seferinde çöpleri cebine sokuşturuyor. Otobüsten inerken koridorda oturduğum için benim ona yol vermem gerekirken sürekli o bana yol veriyor. Otogardan çıkarken havalimanında olduğu gibi ellerinde isimler olan bir sürü insanla karşılaşıyorum ve her seferinde “Hector” yazılı kâğıdın yanında buluyorum kendimi. Kâğıdı 30’lu yaşlarda hoş bir kadın tutuyor. O da yol arkadaşım gibi susuyor. Kadınla el ele yürüyoruz ve bir ambulansa biniyoruz. Ambulansın sireni çalıyor ve hareket ediyoruz. İçeriye nereden girdiğin anlayamadığım bir sürü doktor doluşuyor ve beni soymaya başlıyorlar.

-Tamam oğlum tamam bundan sonrasını anlatma artık. Senin fantezilerine konuk olmak istemiyorum. “Götün açıkta kalmış.” tarzı bir espri ile de karşına çıkmak istemiyorum şimdi. Zaten bir göt her gece açıkta kalıyorsa, ben o işte bir puştluk ararım. Kaç gündür bunu görüyorum demiştin?

-Altı gündür görüyorum. Artık aynı şeylerin olacağını da bildiğim için taksici arabayı kullanırken içimden “Lan acele etme köprünün orada yetişicez nasılsa otobüse.” diyorum. Zaten konuşmaya kalktığımda kimse tepki vermiyor. Aynı şeyler sürekli dönüyor. Ben izleyici gibiyim. Olaylara müdahale edememek de sinirime dokunuyor. Uyanmayı denesem de beceremiyorum.

-Bunun sana ne zararı var peki?

-Bir zararı yok da bu olay normalmiş gibi davranmayı kessene artık. İnsanlar aynı rüyayı ikinci kez gördüğünde anlat anlat bitiremiyorlar. Altı gün oldu diyorum. Hector kim? O kadın kim? Neden her seferinde 41 numara. Egeli yol arkadaşım ya da her nereliyse, o kim? Doktorlar neden beni soyuyor ve karnımı yarıyorlar? İşin garibi bu esnada neden hiç acı çekmiyorum?

Aslında konuşurken bana inanmadığını ve yeni senaryom için denek aradığımı düşünüyordu. Sanırım insanlar bana çeyrek asırdır inanmıyorlar. Her zaman “sen farklısın” yorumlarının arkasına sığınıp onları hayatımdan uzak tutmam ve onlara göre amaçsız ama bana göre yaşama amacım olan senaryolarım bazen gerçekten de beni onlardan farklı mı kılıyor acaba diye düşündürüyor. Ödemem gereken bir faturamın olduğu aklıma geliyor ya da aklıma gelmesini zorunlu kılıyorum ve onun yanından ayrılıyorum. Yolda giderken de kendi melodilerimi yaratıyorum her zamanki gibi: Hector tut elimden, gidelim ambulansa, Hector tut elimden, gidelim ambulansa, 41 numaraya oturma, Egeli ile konuşma, Hector tut elimden, gidelim ambulansa, la la la lay, Hector tut elimden, gidelim ambulansa.

19 Mayıs 2012 Cumartesi

Remzi Dinlercan-4

-Aloğğğ Remzi. Ben annen. Hiç aramıyosun kaç gündür. Dedim başına bi şey mi geldi bizim oğlanın. Söyle bakalım beyfendi: Neden aramıyosun beni? Kontörün mü yok oğlum yoksa senin. Kontör yollattırayım burdan dayınla.

-Anne benim hattım faturalı.

-Anladım. Faturayı ödeyemedin sen. Kaç para geldi? Hadi söyle, söylerim dayına yatırır para hemen. Ah benim saf çocuğum. Niye söylemiyosun ki bunu? Ben senin annenim. Bana söylemezsen kime söylüceksin. Biz de genç olduk yavrum. Para bu, su gibi gidiyor. Hele gençlik zamanlarında. Bizim eski mahalleyi biliyorsun deme? Heh orada karakol var ya şimdi. Orası eskiden pastaneydi. Burhan amcanlar var ya, senin arkadaşının dedesi. Heh işte, onlar işletiyordu pastaneyi. Bizim bi kız grubumuz vardı. Çıkmazdık ordan. Babanla da orada tanıştık zaten.

-Elli kere anlattın anne.

-Remzi oğlum sen benimle konuşmak istemiyo musun? Yani açık açık söyle. Senin canın bi şeye mi sıkkın? Oğlum paraysa sorunun cidden düşünme onu. Yarına kadar hesabına yatar. Kız meselesi mi yoksa? Adı ne? Okuyo mu napıyo? Feysfuktan yolla da bakayım resmine. İlla ben mi sorucam bunları ama sana. Senin anlatman lazım böyle şeyleri. Sonuçta ben de kadınım. Yardım ederim sana. Ne zaman tanıştınız? Yoksa internetten mi buldun? Bak oğlum her gün görüyoruz televizyonda. Tuzaktır onlar. Acele etme böyle işlerde. Memlekete gel bi hele. Buradan da buluruz sana.

-Anne kız falan yok ya, valla billa yok.

-Ah benim şaş çocuğum. Hiç yalan söylemeyi de beceremez. Bu arada zil çalıyo Remzi. Melahat teyzendir. Güne gidicez de. Sonra yine konuşuruz. Kızın resmini yollamayı unutma ha. Hadi öptüm yavrum. Aceleci olma sakın.

-Tamam anne. Kendine iyi bak. 

23 Nisan 2012 Pazartesi

Fintasfenkinör

Bu bir Atilla ATALAY hikâyesidir. Peki bu hikâyeyi niye buraya koydum? Ben bu hikâyeyi o kadar çok seviyorum ki burada da dursun istedim. Sürekli okuyayım ki bir şeyler öğrenebileyim.

Susmayı önce hangimiz başlattı hatırlamıyorum ama sustuk işte. Şahsen ben güzel susarım. O da fena susmuyor. Oysa söylenecek epey zamanımız var. Yani, artık konuşulacak bir şeyimiz kalmadı zamanımızda diiliz ama ben sözcüklerimi tamire verdim. İçleri boşalmış, anlamları kırılmış. Üzerlerine frekans kirliliği sinmiş.

Öylesine boş boş uçuşuyorlar havada. İçlerinden birkaç tanesini yakalayıp ona söylesem… "Saatlerimiz şu anda, on altı kırk ikiyi gösteriyor, dışarıda, kırkikindi yağmurları yağıyor ve veeee ben sizi çok seviyorum." Ha sittiriyim oradan yaa. İnsan çok değil, bir tanecik sevgi sözcüğü söylemeye kalksa, salak bi program sunucusunun frekansına giriyor.

Ya boş bulunup o benden önce söölerse. Hafif ööle bi hali de var sanki. Demin gözlerini kısıp, burnunu kırıştırarak bişiy sööliycekmiş gibi yaptı. Sakın kızım, sakın ha! Ne güzel susuyoruz şunun şurasında. Hem o mimiği de yapma. Hülya avşar mimiği o. Aslında farkındayım. Arada bir ben de şarkıcı Rafet El Roman’ın sorma neden dediği andaki mimikten yapıyorum. Belki de önceden benim mimiğimdi o. Sonra işyerinden bi teyze ayyy tıpkı ööle yapıyosun dedi. Hıyar teyze. tabi yaa, mimikler de gitti elden ama bunun sonu yok, belki de bu bi paranoyadır. Ne yani uzaylılar gelip gizlice yüz sinirlerimizi ve beynimizin konuşma merkezini mi ele geçirdi şimdi. Hayır. Peki bu nedir? Bilmiyorum. Sadece içimden konuşmak gelmiyor. Şu anda konuşursak kirlenicez sanki. Yer yer mora dönmüş sarılı yeşilli bir şeyler saçıcaz ortalığa.

"Yok canım, selpak istemiyorum, almıyım ben o kağıt mendilden." Git hadi çocuk ya da gitme. Ablanla geyik çevir. Üç saattir konuşmuyoruz. Daral gelmiştir kıza. Sana adını memleketini falan sorsun. Şimdi anlatamıycam ama ben konuşursam, yapışkan bişiy sarıcak ortalığı. Kağıt mendil filan çıkartamaz onu.

"Noolur kağıt mendil al abi"ci çocuk ablasıyla konuşamadan çay bahçesinin garsonu tarafından okkalı bir küfür eşliğinde uzaklaştırıldı. Ben de içimden garsona sövdüm. Aslında yalnızca sevgi sözcükleri değil, arada bir küfür de anlamını yitiriyor.

Ne ki şimdi yani? Oysa ben eskiden,  gizli ya da açıktan küfür edince belli belirsiz bir rahatlama hissederdim. Galiba önce askerde anlamsızlaştı. Erat gazinosunun sota muhabbetlerinde, eğitimde, ranza geyiklerinde, her yerde öyle çok küfürleşiliyordu ki ama içinde hiçbir hınç yoktu. Çok doğalmış gibiydi. Naapıyon bilmemneyine bilmemnaapiim, yanıt da aynı doğallıkta, hiç işte, bilmemneyine bilmemnapiim ama bi dakka. Doğrusu, küfür erbabı, sevgi işine girmiş, salak gazeteci ve televizyonculardan daha yaratıcıdır.

Örneğin; konuşma lan, bitarafımın anteni, kurmakolu vb. gibi küfürlerde enikonu bi incelik, alttan alta tuhaf bi düş gücü var. Birinin ağzının tavanına salıncak kurup sallana sallan abdes bozmayı kim, nasıl düşlemiştir acaba?

Yok ama yok. Küfürün bile daha içten, sahici bi tarafı var gerçekten ama şu anki suskunluğumuzla bir ilgisi yok elbette. yani ben ona sevgimi, duyumsadıklarımı dj terminolojisinin dışında anlatmak için kalkıp sunturlu bi küfür etmiycem herhalde. Kalbimin anteni, yüreğimin kurmakolu. Bööle laflar da olmaz.

Gülmüşüm, düşündüklerimden olmalı. Niye güldün diye sordu ya da ona benzer bir şey söyledi. Dedim ya, o çay bahçesinde sözcük bulunmuyordu. Örtünün üstündekiler, bardak kenarına yapışıp kalmış olanlar başkalarınındı. Önemli diildi. Ben de onları duymuyordum ama  şimdi, deminden beridir ööle güzel susuyordu ki. Biraz önce kurduğu ufacık cümle artık her neyse o; o bile suskunluğunun güzelliğini bozamazdı. İnsana bööle güzel susmayı Psikolog Dr. Acar Zuhal Baltaş çiftinin vücut dili kurslarında, sevgilinizi avucunuzun içine alın konulu telefon hatlarında öğretemezlerdi.

Susuyordu işte be. İlahe gibi susuyordu kız. Hiç bi yerden bakmadan kendi kendine susuyordu. Ardından yine ne var gibisinden gülümseyerek kafasını iki yana salladı.

İçimden bişiy kurtuldu sonra. Neydi bilemedim. Dilimin ucuna doğru yaka yıka ilerlerken, içimin bir yerlerinden yetişip tutamadım. Kulağım ağzımdan çıkacak şeye dikkat kesildi.

Ona “fintasfenkinör” diye bişey sööledim. Bişey işte. Öööle yani. Ne biliyim. Ağzımdan çıkanı kulağım duyduğunda ben kendimce ne demek istediğimi anlamıştım. Peki ya o. Anladı lan. Vallahi anladı.

Rengini çözemediğim gözlerinden tuhaf bir ışık gelip geçti.

Sonra…

Sonra yine sustuk.

Atilla ATALAY

20 Nisan 2012 Cuma

Remzi Dinlercan-3

-Aloğğğ Remzi. Naber tatlım?

-İyiyim Ceren. Senden naber?

-İyi ya nolsun işte. Bir arayım dedim şunu. Biz aramasak arayacağın yok yani. Neden böyle yapıyorsun bebeğim? Yoksa bizi sevmiyo musun sen?

-Seviyorum seviyorum.

-Hahaahaha şapşal. Özledim bebeğim seni ya. Bi evden çıksan diyorum. Cafeye gelsene bizim. Amacın ne tatlım senin? Napıyosun evde? Twitter’dan takip ediyorum gerçi seni. Sürekli tespit tespit. Nereye kadar home sweet home hayatım? Foursquare hesabını silecek, haberin olsun yane. Bu arada nasılım ama Twitter’da? 2 haftada 3 bin hayranım oldu oğlum. Artık yediğim yemekleri falan paylaşıyorum. Beğeniyolar. Gizli hayranlar falan. Geçen birisiyle buluştuk. Çocuk bir tatlı, anlatamam yani. Gerçi sevgilisi varmış ama tatlı mı tatlı yani. Ya Remzi bi şey sorucam, ben şimdi “128” kişiyi takip ediyorum ya. Bunu iki basamaklı sayılara mı indirsem diyorum. Çok gibi sanki. Ya bakıyorum böyle @hardalseverim’e falan, azıcık kişiyi takip ediyolar. Ha bu arada o azıcık kişi arasında ben de varım ha. Geçen DM attım. Beni beğendiğini söyledi.

-Götün kalktı tabii.

-Ney?

-Şey diyorum. Şeyim kalktı. Yani şey derken geçen bir sitede yasağım vardı. O kalktı.

-İyi de tatlım biz Twitter’dan konuşuyoduk yani. Ne alakası var o siteyle? Ben Facebook’umu bile dondurdum. Kafam rahat şimdi. Eski sevgiliye giydiriyorum full. Okuyo mudur ki? Bence kesin okuyodur. En yakın arkadaşı Harun nickimin @ceren_bamyasi olduğunu biliyor. Söylemiştir kesin. Ya tatlım bu arada kapı çalıyor. Ben ona bakayım. Sonra ararım yine seni.

-Tamam Ceren. Kendine iyi bak.

19 Nisan 2012 Perşembe

Remzi Dinlercan-2

-Aloğğğ Remzi. Ben Serdar. Ha gerçi telefonda görüyorsun kimin seni aradığını ama yine de söyledim. Niye böyle bir şey yaptım ki ben? Ben namefolojik bir canlı mıyım Remzi yoksa? Sürekli ismimi tekrarlamaktan haz mı duyuyorum? Sen şimdi içinden ne isticek bu piç diyorsundur. Oğlum sana bir şey dicem de duymuşsundur büyük ihtimalle. Biz Duygu’yla yeniden başladık. Lan seviyordum cidden. Napayım yani başka? Sen aşktan anlayan adamsın Remzi. Söylesene seven adam ne kadar uzak durmayı başarabilir ki?

-9.15

-Ya bari sen  taşak geçme be oğlum. Yalnız şeyi biliyorum ha. Herkes arkamdan konuşuyodur şimdi. “Serdar hemen döndü. Kız iki kuyruk sallayınca bizimki yine havlamaya başladı. Ne yüzsüz bir adammış bu. “ gibi gibi bir sürü şey söylüyolardır. Şu saatten sonra kimse umrumda değil biliyor musun? Tabii sen hariç Remzi. Seni çok sevdiğimi biliyorsun deme?

-Biliyorum Serdar. Dün Cemil aradı. “Serdar ararsa söyle bi ara toplanıp bi yerlerde oturalım.” dedi.

-Sevmiyorum oğlum ben o adamı. Siktirsin gitsin. Geçen İddaa bayisinde karşılaştık biz bununla. Biz daha o zaman Duygu’yla barışmamıştık. Aklı sıra beni yokluyor. “Eee Duygu biriyle görüşüyormuş diye duydum.” falan diyor bana. Sonra gülüyor. “Şaka yaptım hahaha”  diyor. “Biz sevdiğimiz adama şaka yaparız kardeş.” diyor. Artık dayanamadım “Siktirtme kardeşini banko maç söyle bana.” dedim. İyi ki İddaa bayisindeydik de “Siktirme kardeş”ten sonrasını toparlayabildim. Neyse 6 tane maç söyledi bana, 5 tanesi yattı amk.

-Tek maç tutmuş iyi yine.

-Heee tuttu. 1.10’luk oran tuttu. Bu arada Ceren Twitter açmış lan gördün mü? Kızın takipçi sayısı günde 250 falan artıyor. Geçen menşın attım, sadece gülen surat koymuş. Kendimi sıradan çinko karbon pil gibi hissettim lan. Bu arada Remzi’m Duygu arayıp duruyor beni diğer hattan. Onu arayım ben. Sonra yine ararım seni. Öptüm kardeşim. Buluşma işini ayarlarız yakında.

-Tamam Serdar. Kendine iyi bak.

18 Nisan 2012 Çarşamba

Remzi Dinlercan

-Aloğğğ Remzi. Ben Cemil. Oğlum senin numaran silinmiş lan yine bende. Biz ekliyoruz, Nokia siliyor! Numaranı Ayşe’den aldım. Ayşe de duyduğuma göre zamanında Hikmet’ten, Hikmet de Serdar’dan almış. Ha bu arada Serdar demişken “Eskisiyle yeniden başlamış.” diyolar. Sen kızın arkasından günlerce “Kız şöyle kaşar, kız böyle kaşar…” de de daha sonra barış. Bir de “Seviyorum oğlum. Napabilirim ki?” diyormuş. Bi görsem “Ebenin amını yap Serdar.” dicem ama o da sanat ister diye düşünüyorum. Seviyorum da piçi. Ben herkesin iyiliğini düşünüyorum aslında Remzi. Özünde iyi bir insan olduğumu eski sevgililerim bile söylüyor. Ben nerede kötü bir insanım o zaman? Anlayamıyorum bunu.

-Telefonda kötüsün Cemil. Telefonda kötüsün.

-Ne kötülüğümü gördün yavşak. Bi günden bi güne aramadığım oldu mu seni? Millet hâlâ çaldırıp kapatıyor karşısındaki arasın diye. Ben her seferinde arıyorum. Bedava dakikalarımı sana harcıyorum. Lan bedava dakika demişken tarifemi değiştirdim yeni. Süper avantajlı bir şey. İnternet paketi de tarifenin içinde. Oğlum her an Twitter’dayım. Amınskim geçen Ceren sordu “Ya ne zevk alıyosun bu Twitter’dan?” diye. “Ya öyle takılıyoruz işte.” falan dedim piçliğine. Meraktan çatlamış. Bi baktım eve gidince hemen hesap açmış kendine. Nicke bak: @ceren_bamyasi. Bi yerlerde görmüş herhâlde. “Bamya ne Ceren?” dedim. “Oldu olcak kapuska falan yapsaydın.” dedim. “Sen karışma bana. Fenomen olucam ben.” dedi. Lan oğlum bu kız sabah bana “Ya ne zevk alıyosun bu Twitter’dan?” diye sormuştu. Neyse Remzi lafa daldım senin de hâlini hatrını soramadım. Nasıl gidiyor işler? Remzi. Remziiiiii. Lan Remzi. Piç. Göt kafa. Dinlemiyor musun lan beni? Yavşak.

-He buyur Cemil. Annem çağırmıştı da.

-Zaten annen de ne zaman benimle konuşsan çağırır. Oğlum en yakın arkadaşlarımdan birisin sen. Bunu bil bak.

-Biliyorum Cemil. Teşekkür ederim. Sen de öylesin.

-Maç başlıyor lan bu arada. Gerçi sen izlemezsin. Serdar falan ararsa söyle “Bi ara toplanıp bi yerlerde oturalım.”

-Tamam Cemil. Kendine iyi bak.

30 Mart 2012 Cuma

ÖSS'den önce

Tarihe bakıyoruz. 30 Mart 2012. İki gün sonra YGS sınavı varmış. “Aaaaa ooooo anlatım bozukluğu yaptıııııııı yuuuuuh.” Az önce ana haber bültenini izlerken “Sınava girecekler son gününü nasıl değerlendirmeli?” başlıklı bir haber izledim. Uzmanlar uzatmamak gerekirse “Yiyin, için, sıçın, gezin…” diyor. Sonuçta uzmandır, haklıdır. Haberi güzel güzel izlerken “Lan ben napmıştım ÖSS’den bir gün önce acaba?” diye kendime soruyorum ve blog yazma fikri aklıma geliyor.

Tarih: 16 Haziran 2007. Bir gün sonra ÖSS var. Annemle Manisa Merkez’e gitme kararı alıyoruz. Çıkınımızı toplayıp sabah yola çıkıyoruz. 40 dakikalık yolculuğumuzdan sonra ilk durak babaanne evi oluyor. Bir başkadır babaanne evi. Mesela şu an hatırlamıyorum ama o gün de kesinlikle aylardır duvarda koparılmadan duran takvim yapraklarını koparmışımdır. Babaannemin “Ondan yapayım yer misin? Bundan yapayım yer misin? Bu rapstarım der misdskaljadskl…” ısrarları eşliğinde dışarıdan garip garip sesler duyuyordum. “Lan bu ne ki?” gibi düşünceler eşliğinde kendimi bir anda sokakta buldum. “Bi gideyim bakayım. Konser falan ver herhâlde.” diye düşünürken kalabalığa iyice yaklaştım ve olayın ne olduğunu yavaş yavaş çaktım. 38 YAPAR. 7’nin yanındaağki solda sıfır. Sildiniz.



















Evet MHP’nin mitingine daldım o gün. Sonuçta yarın ÖSS’ye girecektim. Bundan güzel stres mi atılırdı? Bahçeli bağırdı. Ben dinledim. Ben bağırdım. Manisa dinledi. “SENİ YENECEĞİM ÖSESEEEEEEEEEEEEE.”

Neyse daha sonra tekrar babaanne evine geçtim. Akşamüstü olmuştu. Geri dönecektik evimize. Annemin “Yürüyerek gidelim garaja kadar.” cümlesindeki çakallığı çözememiştim o gün. “Tamam anne gidelim. Hava da güzel zaten.” demiştim. Çıktık yola. Ben ileride yine bir kalabalık görmüştüm. Bu seferki kalabalık pazar kalabalığıydı. “Yok anne. Olmaz anne. Girmeyelim anne oraya. Çok korkunç anne.” falan derken “GEL ABLA GEEEEEL BÜMLOOOON BÜMLOOOON NE ALIRSAN BÜMLOOON. ÇEKERSE GETİR ABLA. HER HAFTA BURDAYIM BEN. ABLA DÜKKÂNDA AYNISINI 5 LİRADAN SATIYORUZ.” gibi bağrışların içinde buldum kendimi. Sanırım o gün 1 saate yakın pazarda dolaşmıştık. Sonuçta uzmanlar sınavdan bir gün önce “Dolaşın!” da diyorlardı.




















Babaanne evi, miting, pazar falan derken garaja geldik ve evimize dönmek için otobüse bindik. Eve geldiğimde yemek falan yedikten sonra yorgunluktan yığılmıştım hemen koltuğa. 17 Haziran’da da babalar gibi girmiştim sınavıma. “Aşağıdaki cümlelerden hangisinde anlatım bozukluğu vardır?” EEEEY ERDOĞAAAAN 22 TEMMUZ GÜNÜNE ALDIN MI AMERİKA UÇAĞININ BİLETİNİ? Pi’yi 3 alınız. BÜMLOOOON. BÜMLOOOON. KAFAM BÜMLOOOOOO… Süreniz dolmuştur.

11 Mart 2012 Pazar

SaSaSa
















Bir gün yaşasam. O da benimle yaşasa. Sonra birlikte yaşasak. Sonra o beni üzse. Ben ağlasam. O kaçsa. Ben kovalasam. Kaçmaya devam etse. Ben yakalayamasam. Sesi, soluğu çıkmasa. Birilerinden yardım alsam. Birileri de onu yakalayamasa. Bir bir biri birilerine baka baka dursa. Ve ben bir gün onu yakalasam. O konuşamasa. Onu evime götürsem. O korksa. Onu banyoya soksam. O biraz daha korksa. Onu soysam. O daha da fena korksa. Yerleri ıslatsam. O mal mal baksa. Eline bir eşofman altı tutuştursam. O bir bana, bir eşofman altına baksa. Onu yere değdirmeden giymesini söylesem. O anlam veremese. Eğer azıcık değerse bile onu öldüreceğimi söylesem. O eşofmanı giymeye kalksa. Ben seyretsem. O düşecekmiş gibi olsa. Ben zevk alsam. O duvara falan tutunmaya çalışsa. Ben zevkten dört köşe olsam. O eşofmanı giyse. Ben de “Sana bu kadar acı yeter.” desem. O şaşırsa. Ben banyodan bir zafer kazanmışçasına çıksam. O baksa. O baksa. O baksa.
Çipnot: Islak zeminde eşofman altı giydirmek bir işkence yöntemi olabilir. Salak Çinlilerin de nasıl akıllarına gelmemişse artık.