12 Ocak 2016 Salı

Kalem Kız

Açıköğretim fakültesi vizelerinde görevli olabilmek için başvuru yapmıştım günler önce. Çevremdekilerin “Fatih falan yaz. İstanbul Üniversitesinin bir sürü fakültesi o tarafta. Kesin çıkar.” demelerine aldırmadan sınav merkezine Beşiktaş yazdım. İçimden de “Fatih ne ulan?” deyip duruyordum. Gaziosmanpaşa’da yaşayan birisi için fazla iddialı cümleler kuruyordum yine. Evet sınav görevi çıkmış. Beşiktaş’ın göbeğinde, çarşının biraz üstünde bir ortaokul. 

Bünyem erken kalkmaya hiç alışık değildi. Bir şey yemeden, içmeden yola koyuldum. Cumartesi sabahı saat 7 buçukta otobüs bomboştu. Beşiktaş’a geldiğimde Beşiktaş’ın da boş olduğunu gördüm. Hatta hayatımda Beşiktaş’ı gündüz gözüyle ilk kez bu kadar boş gördüm. Okula gittim. Öğretmenler odasına girdim. Yaş ortalaması 500 falan. Beni gören “Tevellüt kaç senin yavrum?” diye soruyor. Görevli dedelerden birisi yanındaki teyzeye Mustafa diye birini anlatıp duruyor. İşte büyük adamdı da, olmasaydı olmazdık da falan diyor, kendisini görmüşlüğünden bahsediyor. Dedim “Amca da sağlam Atatürkçüymüş ha.” Sonradan öğreniyorum I. Mustafa’dan bahsediyormuş. Bina sorumlusu biraz genç. Biz gözetmenlere yaka kartlarımızı takıp salonlarımıza gitmemizi söylüyor. Salon başkanları kitapçıkları alıp ardımızdan gelecekmiş. Gelecek teyzeyi de gördüm öğretmenler odasındaki listede yerini imzalarken. Salona girdim. Bakımsız bir ortaokul sınıfı. Duvarlarda Word’de yazılmış şiirlerle, makalelerle dolu A4’ler var. Bir priz yapmışlar ki 1.80 boyundaki benim sandalyeye çıkmam gerekiyor kullanabilmek için. Okulun girişini görüyor sınıf. Gelene geçene bakıyorum. Sigara içenleri seyrediyorum. Arkamdan “Merhabaaa.” diye bir ses geliyor. Salon başkanının geldiğini anlıyorum. “Merhaba.” diyorum. Formları, kitapçıkları düzenledikten sonra biraz sohbet ediyoruz. Meslekte 45. yılıymış. İlkokul öğretmeniymiş. İçimden “Size yakında bi Doğu görevi daha çıkar. Yaşlıların 100 yaşından sonra yeniden dişleri çıkıyor ya hani.” gibi bi espri geliyor. Yapmıyorum tabii ki. Sürekli kendini övüyor teyze. İleri yaş öğretmen sendromu, diyorum ben buna. Öğrenciler yavaş yavaş gelmeye başlıyorlar sınıfa. Teyze hepsine 1. sınıf öğrencisi gibi davranıyor. Sınav sonunda kurdele de takar gibi geliyor. Saat 9.30’da sınav başlıyor. 11.30’da kazasız belasız bitiyor. Kitapçıkları formları poşete koyup bantladıktan sonra bina sorumlusuna teslim edip 2. oturumda görüşmek üzere ayrılıyoruz.

Okuldan çıktıktan sonra gidip bir yerlerde bir şeyler yedim. Ardından Kabalcı’ya gittim. Sanırım 1 saat falan geçirmişim içeride. 2. oturum için okula girerken salon başkanıyla karşılaştım. Kibarca birbirimizi selamladık. Öğretmenler odasında imzalarımızı attık. Gözetmenler yine öncesinde sınıflara girdi. Ardından salon başkanı geldi. Yine biraz sohbet ettik. Öğrenciler geldi. Sınav başladı. Bu sefer 30 dakika sürecekti sadece. Gelmeyen öğrencilerin formundaki “Sınava girmedi” kısmını doldurmak için kurşun kaleme ihtiyacım vardı. Gelenlerin masalarına şöyle bir göz gezdirdim. Herkes sınava tek kalemle gelmiş. Sadece kızın birisinde kalem kutusu var. Çaktırmadan soruyu bitirip diğer soruya geçmesini bekledim ve hemen araya girdim “Fazladan kurşun kaleminiz var mı?” diye. “Buyrun.” deyip kalem kutusundan bir kalem çıkardı. Kalemi aldım. Tek tek bütün sıraları gezip gelmeyenlerin formlarını doldurdum. Sınav bittikten sonra kitapçıkları, formları toplarken öğretmen masasının üzerinde kızdan aldığım kalemi gördüm. Salon başkanı da aynı anda görmüş olacak ki “Aaaa kızın kalemini vermedin mi geri?” dedi. Ters cevap vermemek için kendimi zor tuttum. “Vallahi unutmuşum hocam.” dedim. “Aman nolacak.” dedi. Onun bunu demesi sırasında ben de kendi kendime “Bu kalemi o kıza vereceğim.” diyordum. Formları kontrol ederken kızın adını soyadını öğrendim. Elimde bir olası bilgi daha vardı. Bu da kalemin üzerinde yazan “İSTANBUL AYDIN ÜNİVERSİTESİ” yazısı idi. Binadan çıktıktan sonra kızı hemen Facebook’ta arattım. Adı soyadı öyle bir şey ki bulmam çok zordu. Bir sürü profile baktım ama o yoktu. Adının soyadının sonuna üniversitenin adını yazıp Google’da arattım. Yine yok. Öyle denedim, böyle denedim. Kıza bir türlü ulaşamadım. Arkadaşıma anlattım olayı. “Aydın Üniversitesine gidicem.” dedim. “Lan oğlum saçmalama. Kızın Aydın Üniversitesinde okuduğunu nerden biliyorsun? Hadi okudu diyelim. Mezun olmadığı ne malum. Keşke T.C. kimlik no’sunu da alsaydın amına koyım. Belki bulurduk o zaman.” dedi. Güldüm. “Yarak, T.C. kimlik numarasını bildiğin kişiyi nasıl bulacaksın. Nüfusa gitsek, olayı anlatsak bizimle taşak geçerler.” dedikten sonra o aşamada kızı bulmaktan biraz vazgeçer gibi oldum. 

Eve geldiğimde kalemi televizyon sehpasının üzerine koydum. Baya şık durdu. “Lan acaba bu kızla İstanbul’da karşılaşma ihtimalim olabilir mi acaba bir daha?” diyerek kalemi alıp genelde taşıdığım sırt çantamın ön gözüne attım.

Aradan 2 hafta geçti. Üniversiteden bir arkadaşımla Çapa’da bir cafede buluştuk. Uzun zamandır görüşmediğimiz için anlatıyoruz da anlatıyoruz. Üniversitedeki ortak arkadaşlarımızdan hakkında konuşmadığımız kalmadı herhâlde. O sırada cafeye iki kız girdi. Hani bazen şöyle düşünürsün “Ben bu kişiyi tanıyorum ama nereden tanıyorum ya?” diye. İşte bu düşünce eşliğinde ben çıldırmaya başladım. Arkadaşıma da söyledim “Şurda oturan kızlardan bir tanesini bir yerden tanıyorum.” diye. Lise, üniversite, iş hayatı, sosyal medya… Bir türlü bir yere oturtamadım kızı. Bir zaman sonra vazgeçtim zaten ama arkadaşla konuşurken yer yer aklıma gelmedi değil. Arkadaşım Bulgaristan’dan araba alma planlarını anlatırken bir anda “Aha vallahi buldum.” dedim. Hiç sormadı, neyi bulduğumu falan. Anladı direkt. Dedim, açıköğretim sınavında ben bu kızın kurşun kalemini almıştım ve geri vermeyi unutmuştum. O kız bu. Çok şaşırdım tabii. Neyse ki sırt çantam da yanımdaydı. Arkadaşım kalemi görünce güldü. “Lan yanında mı taşıyosun kalemi?” dedi. Oğlum hissediyodum kızı bir daha göreceğimi, dedim. “Hadi git ver o zaman.” dedi. Kalemi aldım, kızların masasına doğru gittim. Kızla göz göze geldiğimizde onun da beni tanımasını bekledim ama bakışları baya ifadesizdi. 

-Bir şey sorucam. 2 hafta önce falan Beşiktaş’ta açıköğretim fakültesi sınavına girdiniz değil mi? 

-Şey, hayır. 

-A pardon. Ben karıştırdım o zaman. 

-Sorun değil.

Yanına döndüğümde “Vermemişin ya lan kalemi.” dedi arkadaşım. “Oğlum o değilmiş.” deyince bağıra bağıra gülmeye başladı. Gün boyunca kızla yaşadığımız diyalogu defalarca anlattırdı. Hayır ben de o olduğundan o kadar emindim ki onun olmaması ihtimaline karşı söyleyeceğim şeylerin hazırlığını bile yapmamıştım. Kalem yine bende kaldı.

Aradan 2 hafta daha geçti. 4 haftadır kalem bendeydi. Artık çantamda taşımayı da bıraktım. “Sikerler kalemini ya.” diyordum ama yine de Aydın Üniversitesine gidip öğrenci işlerine kızın bölümünü sormak geliyordu içimden. Ki kızın orada okuduğundan hâlâ emin değildim. Açıkçası kalem bende fazlasıyla takıntı hâline gelmişti. Zaten normalde de takıntısız birisi olduğum söylenemezdi. 

Kalemin bende kalışının 1. ayında kendimi metrobüste Aydın Üniversitesine giderken buldum. Elimde olan tek şey kalem ve kızın adı soyadı. Beşyol’da indim metrobüsten. Okula yürüdüm. Öğrenci işlerindeki kadına saçma sapan yalanlar uydurmadan olayı anlattım. Yardımcı olamayacağını söyledi. “Bari bu okulda okuyor mu, okumuyor mu? Onu söyleyin.” dedim. Gizlilik dedi, politika dedi, hiçbir şekilde bilgi vermedi. Çıktım öğrenci işlerinden. Bari üniversiteyi gezeyim biraz, dedim. İçten içe de “Belki karşılaşırım.” diyordum ama zor ihtimal. 2 saate yakın üniversitede zaman geçirdim. Ardından kendimi dönüş için yeniden Beşyol durağında buldum. Bir yere gitmem gerekiyordu. Son dönemdeki artan boğaz ağrılarım yüzünden annemle her konuştuğumuzdaki “Zencefil aldın mı?” sorusuna hitaben Eminönü’ye gitmeye karar verdim. Eminönü her zamanki kalabalıklığıyla oldukça can sıkıcıydı. Zencefili alıp çantama koydum. Karaköy’e doğru yürüdüm. Aklımda hâlâ kalem vardı. Üniversiteye gittiğime de çok pişman oldum o anda. Kalemi çantamdan çıkardım. Kırdım. Haliç’e doğru fırlattım. Yine başarısızlıkla sonlanan bir hikâyem olmuştu. Biraz unutmak adına Beşiktaş’a arkadaşımın yanına içmeye gitmeyi düşündüm. Beşiktaş’ta olduğundan da emin değildim. Telefonumu çıkardım onu aramak için. Facebook’tan bir tane mesaj isteği gelmişti. “Kim acaba bu dallama?” diye düşünürken mesajı okumaya başladım. Hemen bitti mesaj. Ben de bittim. 1 saat önce yollanmıştı ve içinde ağzıma sıçan efsane bir şey yazıyordu: “Kalemimi vermeyi düşünmüyorsunuz herhâlde? :)”