30 Kasım 2010 Salı

Bugün ne yazdın yapraağaam?



















Evet bu yazımıza da bir atasözü ile başlamak isterdik fakat elimizde olmayan birtakım teknik aksaklıklardan dolayı kolaya kaçıp başlamadık. Şimdi bu konu tartışılabilir fakat uzatmanın gereksiz olduğunu düşünüyoruz. Gelelim konumuza: Saatli Maarif Takvimi. Anlayacağımız dilden konuşmak gerekirse bildiğimiz yapraklı takvim.
Şöyle bir düşünmek gerekirse bu takvimler hayatımızın bir bölümünde bizler için önemli bir yer kaplamışlardır. Önce ön yüzünü hatırlamak gerekirse eğer, o gün olmuş olan tarihteki önemli olaylar yazardı. Bu kısım gün içerisinde “Bizde de az buçuk genel kültür var işte naparsın?” havası atmak için birebirdi. Ayrıca ön bölümde bizi ilgilendiren başka bir ayrıntı ise “günün sözü” idi. Her gün bir ünlünün (şair, yazar, siyasetçi vb.) sözü bulunurdu.
Bu takvimlerin önemli yönü yaprağın arka tarafı idi. Bir çocuk için birçok şey ifade eden bu kısımda fıkra, hadise, bilmece, pratik bilgi, kıssadan hisse vb. köşeler bulunur ve okuyucunun beğenisine sunulurdu. Bundan sonrasını birinci tekil şahıstan dinleyelim:
”O gün yaprağı koparıp arkasını çevirdiğimde fıkra ya da bilmece (özellikle fıkra) olduğunu görürsem içten içe sevinirdim, bazen günler öncesinde hangi günlerde fıkra var acaba diye bakar o günü heyecanla beklerdim ve bazen de nefsime hâkim olamayıp bütün takvimi kartonundan çıkarıp içerisindeki bütün fıkraları tek tek okurdum. Bir de günün isimleri, günün menüsü bölümleri vardı ki tadından yenmezdi. Hep bir gün benim de adım bir yaprakta geçecek diye bekledim ama olmadı. Günün menüsüne baktıkça ‘Annem bize neden böyle isimli yemekler yapmıyor ki?’ diye düşünmeme engel olamıyordum.”
Takvimin bulunduğu evde çocuk var ise yapraklar günü gününe koparılırdı fakat ev yalnız yaşayan bir babaanne ya da anneanne evi ise torun o eve her gelişinde kaç gündür koparılmayan yaprakların hepsini koparır ve fıkra bulabilmek umudu ile tek tek yapraklara bakmaya başlardı. Bir de bu takvimlerin fıkrasız ve tamamı dinî bilgilerden oluşanları vardı ki onlar ne yazık ki o yaşlarda ilgi alanımıza girememişlerdi.
Son olarak şunu söylemek gerekirse "Şubat gelse de cemre düşse artık değil mi?"
Erkek için: Nihat - Kız için: Demet
Günün Menüsü: Cibuti usulü tarhana çorbası, terbiyeli çocuk, salata, zıkkımın kökü.

26 Kasım 2010 Cuma

Anne 125 dakika daha ya!

















Ne demişler? Damlaya damlaya göl olur. Babamın adı Hıdır, elimden gelen budur. Bu atasözlerimizden sonra asıl konumuza geçebiliriz herhalde. Evet, konumuz alarm yani çalar saatinin çaldığı şey. Neden kurarız alarmı? Genelde sabahları uyanmak için kurulan alarm hayatın birçok yerinde kişinin karşısına çıkabilir fakat günümüzde ana kullanım alanı burasıdır. Eskilerde bir masa saati yardımıyla kurulan alarm şimdilerde daha çok cep telefonlarının yardımıyla aktif hâle getirilmektedir.

Kişi uyumadan önce alarmı kurar. Alarmın kurulduğu saat önemlidir. Mesela kişinin saat 08.00’de uyanması gerekiyor ise saati 07.58 ya da 07.59 a kurması makbuldür. Burada kişi 2 dakikalık uyanabilme uğraşını hesaba katar ya da yatakta mal mal oturma zevksizliğini... (Bu süreci abartıp alarmı yarım saat öncesine kurup fantezi yapanlar da mevcuttur.)

Gece saati kurarken en önemli noktalardan birisi eğer alarmın kurulacağı alet pek aşina olmadığımız bir alet ise alarmın kontrolünün yapılmasıdır. Kişi hemen saatin kaç olduğuna bakar ve alarmı bir dakika sonrasına kurar. “Bakalım alarm çalışıyor mu çalışmıyor mu?” diye. Bazen bir dakika sonrasına kurduğu için o kurana kadar o dakika gelmiş olur ve mal bir bekleme süreci başlar. Bunun için en ideal kontrol alarmı kurma noktası 2 dakika sonrasıdır.

Alarmın nasıl çaldığı da önemli bir konudur. Çok dinlediğiniz ve sevdiğiniz bir sanatçının bir şarkısını alarm müziği olarak seçmek gerçekten hatalı noktalardandır çünkü kişinin kulağı o sanatçının şarkılarına o kadar aşinadır ki çalanın bir alarm müziği değil de rüyada çalan bir müzik olduğunu sanır ve uykusuna devam eder. Tabii bu biraz düşük bir ihtimal olsa bile sonuçta olabilirliği mevcuttur. (Yaşadık biliyoruz.)

Son olarak alarmı erteleme konusuna gelirsek eğer alarmı ertelemek boş ama tatlı bir uğraştır. Kişinin “Anne 5 dakika daha yaaa” nazını dijital ortama aktarabildiği bir kavramdır “ertele” tuşu. Buradaki ana sorun kişi uykulu hâliyle alarmı ertele yerine alarmı kaldır tuşuna basarsa eğer “Anne 5 dakika ya, 10 dakika daha ya, 1 saat daha ya, 2 saat daha ya, anassskim işe geç kalmışım yaaa.” durumu ortaya çıkar ve bu hiç de sevimli bir durum değildir.

Unutma ki mutluluk sabahın köründe uyandığında alarmın 2 saat sonra çalacağını, hüzün ise 5 dakika sonra çalacağını görmektir.

28 Ekim 2010 Perşembe

Bankalar ve Sıra Numaraları





















Bankalar. Kokusu bile farklı olan yerler. Sıra numaraları… Yaptığımız bir araştırmaya göre insanlara banka deyince yüzlerindeki kas hareketlerinde muazzam bir değişiklik görüyoruz. Aynı araştırmada kişilere “karı, kız, erkek, adonis, pipi, çük, mesir, macun, serdar, ortaç” gibi kelimeleri de yöneltmemize rağmen hiçbiri “banka” sözcüğü kadar etkili olamadı. Acaba neden? Nedir bankaların insanlar üzerindeki o Muazzez Ersoy etkisi? Şimdi bunu görelim. (Burada haberin gelmesini bekleyen ana haber bülteni sunucusu kıvamındayım. Gelmiyor. Göt oluyorum. Hâlâ gelmiyor. Götüm ben. Teknik bir aksaklık falan saçmalıyorum ama hâlâ götüm. Oh beee geldi)

Bankadan girersiniz içeri. Ne yapar insan? Sıra numarası alır. Sıra numarası başlı başına incelenmesi gereken bir kavramdır. Genelde gişe işlemleri ve bireysel işlemler olarak iki butondan (çok butonlu olanlar da mevcuttur) birini seçersiniz ve makine size bir numara verir. Bazı bankalarda eğer bankanın kredi kartı ya da bankamatik kartı sizde mevcut ise makine size standart sıranın numaralarından farklı bir numara vererek “Sen bankamızı müşterisisin, koçum benim.” demiş kadar olur ve ayrımcılık yapar. Bu yüzden birkaç bankada bu sistemin olmamasından dolayı o bankalara ayrı bir sempati duyduğumu gizlemenin gereksiz olduğunu düşünüyorum çünkü düşünseniz ya kartı olmayan insanların aklından geçenleri: “Yeni geldi piç hemen halletti işini gidiyo.” tarzı bir sürü şey. Haksız mı? Bence haklı. Sence haklı olmayabilir. “Sen hiç yapmadın mı?” diye sorabilirsin. Sana verilen hakkı kullanmamak biraz geri zekalılık gibi oluyor ama bence adam haklı. Hatta adam haklı beyler. 10 kişi kalmış bu arada bana. Sıra numarası demişken siz hiç fazladan sıra numarası alıp bankadan çıkarken o numarayı orada bekleyen yaşlı bir insana verip onun yüzündeki mutluluğu gördünüz mü? Görmediyseniz bunu denemelisiniz. Ayrıca bu fikrimden yola çıkıp karı-kız işlerine girmeyeceğinize de eminiz.

Bir de bankada sıranın size gelmesini beklerken kafanızı kurcalayan birçok şey vardır. Bunlardan en önemlisi “Ya şimdi soyguncular bankaya gelirse naparım ben?” düşüncesidir. İzlenilen filmlerin etkisi ile kişi kendini kahraman ilan eder, planlar yapar, bazen kendini soyguncu gibi düşünür, tek tek bütün bankadaki kameralara göz gezdirir. Tüm bu teoriler üretilirken, sıra numarası almadan işlerini görenler gözlemlenir. Şimdi kalkıp “Beyefendi neden siz sıra numarası almadınız?” tarzı bir çıkış yapılsa acaba halkı da arkasına alarak bir kahraman olma yoluna gidebilir mi? Belki ama asla. Bu arada sizin çok sıra varken dışarı çıkıp birkaç işinizi hallettikten sonra bankaya geri dönmeyi düşündüğünüzü ama “Ya sıram geçerse.” korkusu yaşadığınızı yalnızca ben değil tüm Türkiye biliyor. Tamam mı? Aaa bu arada bak senin numaran yandı koş koş koş.

*Türkiye Erkek Bankacılar Derneği ana sponsoru Hobby Jöle sundu.

15 Ekim 2010 Cuma

Twitter Seviye Tespit Sınavı (TSTS)

Twitter Seviye Tespit Sınavı (TSTS)

1. Aşağıda karışık bir şekilde verilmiş olan ünlülerin tam adlarını (adı baz alarak) lütfen düzgün bir şekilde yazınız.

Demet Göçer, Yılmaz Ergen, Ferhat Morgül, Serdar Erken, Ece Akalın.

…………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………


2. Aşağıdaki ünlüleri kavramlarına göre eşleştiriniz. (1. soruyu yapamadıysan buradan kopya çekebilirsin.)

Ferhat Göçer ********

Serdar Ortaç J J J J (Gülen Çocuklar)

Ece Erken Hapise attırırım seni.

Yılmaz Morgül Poşet

Gülben Ergen lalalalalaalalaalala

Demet Akalın Düet


3. Aşağıdaki seçeneklerden bir grup yapılmak istense hangisi dışarıda kalır?

a)Mevlana b)Nietzsche c)Freud d)Necip Fazıl e)Ayşe Özyılmazel


4. Yonca Evcimik tweetlerini retweet eden bir kişinin aşağıdaki kişilerden hangisini retweet etmesi beklenemez?

a)Demet Akalın b)Ece Erken c)Yılmaz Morgül d)Hiçbiri e)Hepbiri


5. Kısa bir süreliğine Twitter’da bulunmuş ve 1984 yılında modern futbola tepki olarak doğmuş olan ünlü futbolcu kimdir?

a)Sabri Sarıoğlu b)Sabri Sarıoğlu c)Sabri Sarıoğlu d)Sabri Sarıoğlu e)Sabri Sarıoğlu


6. Aşağıdaki sözlerden hangisi “Fatmagül’ün Suçu Ne” “Ezel” gibi dizilerin olduğu akşam tespit yapmaya çalışan kişinin tweetidir?

a) Sekiz. Hmmmm. Ohhhh. Yeaaaah.

b) Fatmagül’ün suçu ne? Biz onu Bihter sandık.

c) Yaaa bıktırdınız dizi falan. Iyyy. İğrençsiniz.

d) Dayı öldü mü? Öldü mü? Öldü mü?

e) Hayatımızda gördüğümüz Dayıların, insanlarla hep Ezel, öyle değil mi Fatmagül?


7. Aşağıdakilerden hangisi Twitter kalıplarından değildir?

a) İnsanlar ikiye ayrılır.

b) Sakin ol ve o elindekini yere bırak.

c) 40. Yıl esprisi.

d) Beni beğeneni ben beğenmem, benim beğendiğim ise beni beğenmez.

e) Bu da benim internetteki gülüşüm :)


8. Kendisi Twitter’da aktif olmasa bile yine de çok sevilen Serdar Ortaç’ın “Sokaktaki köpek kadar gururlu ol bağır yüzüme” sözleri hakkında bir kompozisyon yazınız.


*İstediğiniz sorudan başlayabilirsiniz.

*Fazladan kâğıt istemeyiniz.

*Ne anlıyosanız onu yazınız.

*Kırmızı kalem kullanmayınız.

Puanlama: İlk 7 soru 10 puan, 8. soru 30 puan değerindedir. Topla 10 ile 30'u. :)

13 Ekim 2010 Çarşamba

Kim lan bu palyaço?





















Evet, hikâyemizi biliyoruz. Bilmiyorsanız şöyle bir okuyabilirsiniz alt tarafta. Hikâye etkileyici bir sonla bitiyor ama öyle kalmış olamaz. Acaba devamında neler oldu?

"Adamın biri doktora gider. Doktora derki, hastayım, hayattan zevk alamıyorum. Açlar aklıma geliyor, yemek yiyemiyorum. Çıplaklar hatırıma geliyor, Onlarla birlikte üşüyorum. Her cinayette kendimi suçlu buluyorum.
Her katil bıçağının kabzasını sanki benim ellerim tutmuştur. Her atılan kurşun benim kalbime saplanıyor. Bütün bu toplumun suçları benim omuzlarıma yüklenmiş. Artık gülmesini unuttum.

Doktor, hastasını omzundan tutar, pencerenin önüne getirir, perdeyi aralar, parmağıyla karşı duvardaki afişi gösterir. Bu afişte, bir sirk palyaçosunun reklamı vardır.

Azizim, der, şu palyaçoyu görüyor musun? Tavsiye ederim, her gece bu palyaçonun gösterilerine git. Bütün kederini, elemini, derdini unutursun. Gülmeyi, kahkahayı öğrenirsin. Hayattan yeni baştan zevk almaya başlarsın.

Hasta başını eğer ;

Doktor der, O palyaço benim!"

Devamsal Diyaloglar:

1.

-Doktor, o palyaço benim!

+Hayır, benim.

-Hadi ordan tapusunu göster.

+Dön de arkanı göstereyim. (Dr. Bilal in the Office)

2.

-Doktor, o palyaço benim.

+Annen evde gelin.

-Siktir piç, çocuk mu eğlendiriyoruz biz burda. (Pisliks in the Office)

3.

-Doktor, o palyaço benim amcamın oğlu.

+Benim de dayımın oğlu.

-O zaman biz kuzeniz.

+Kuzenim.

-Doktor civanım. (Akrabas in the Office)

4.

-Doktor, o palyaço benim.

+Siktir lan. Daha dün seyrettim. Nerde görsem tanırım onu.

-Neyse benim işim çıktı. (Yalancı in the Office)

5.

-Doktor, o palyamço benim.

+Palyamço değil lan palyaço gerizekalı. (TDK in the Office)

6.

-Doktor, o palyaço benim.

+Sen boku yemişin oğlum. Git intihar et.

-Şey ama yani acaba… (Dram in the Office)

7.

-Doktor o palyaço benim.

+Gel o zaman bi düet yapalım.

-Hasiktir doktor Ferhat Göçer çıktı. (Ferhat in the Office)

Müzik hayatım nasıl başlamadı?






















Ben bir müzisyen değilim. Sporcu da değilim. Heykeltıraş hiç değilim. Veyahut farklı bir sanat dalı ile uğraşan biri değilim. Şimdi burada “Ben buyum” tarzı bir sonla bitirmem lazım da ne sikim olduğuma hâlâ karar verememiş olduğum için ben insanım deyip bitiriyorum olayı.
Ben neden müzisyen olamadım? Yeteneğim mi yoktu? Nerden biliyosun ki belki de vardı. Bu tarz şeyleri sıkıcı mı buldum? Hiç denemedim ki sıkıcı bulayım. Herhangi bir müzik aletiyle aramda bir sorun mu vardı? Yoo öyle pek bir samimiyetimiz yoktu fakat yolda karşılaşsak yine de selamımızı verirdik. Ben neden müzisyen olamadım lan?
“…hhhııııı. Müzik hayatım nasıl başladı? Güzel soru. Müzik hayatım babamın 11. doğum günümde almış olduğu gitar ile başladı denilebilir.”
“…hhhııııı. Müzik hayatım nasıl başladı? Sanırım Almanya’daki teyzemin getirmiş olduğu mini org beni müziğe iten sebep oldu.”
“…hhhııııı. Müzik hayatım nasıl başladı? Küçükken mahallemizde bir Saim abi vardı. Nasıl desem? Hâlâ onun çaldığı bağlamanın sesi kulağımdadır. Hep o çalar, ben dinlerdim. Bir gün bana çalmak isteyip istemediğimi sordu. İşte orada verdiğim evet cevabı müzik hayatımın miladı olarak görülebilir.”
İşte bu cevapların hepsini ben kendim uydurdum ama gün geçmiyor ki bir benzerini röportajlarda görmeyelim, izlemeyelim. Sorunun kaynağı bu cevaplarda saklı. Soru’nun değil sorun’un. Bana hiç kimse doğum günümde bir enstrüman almadı. Benim Almanya’da oturan bi teyzem olmadı ki olsa da “Deyze gelirken şekey getircen de mi?” tarzı bir çocuk olacağım için şeker şeker daha çok şeker isteyecektim enstrüman yerine. Bizim mahallede hiç Saim abi tarzı kişiler de olmadı. Nerde porno seyreden, nerde kumarbaz abiler var. Hepsi bizdeydi. Bu yüzden şimdi en azından porno sektöründe olmadığım için ya da kahvehanelerde sürtmediğim için kendimi şanslı sayıyorum. Yemişim müziğini ya. 11. doğum günüymüş. Almanya’daki teyzeymiş. Orgmuş. Saim abiymiş. Siktirin boklar.

4 Ekim 2010 Pazartesi

Masaüstüm













Bu bir Gaia mimidir.

Masaüstüm... Kendileri normalde böyle değillerdir. Yarın da böyle olmayacaktır. Zaten dün de böyle değildi. Arada bir böyle oluyor işte. Allah'ın sevdiği kuluymuşsunuz, tam da çayı yeni demlemiştim. Öncelikle bir açıklık getirmek isterim ki masaüstündeki "Spartacus Season 1" isimla dava benim davam değildir. Arkadaşım indirmiş. Napayım yani sileyim mi? Hani emek, hani verdiğin sözler, hani ellerin nerde? Ne olur genelde masaüstümde? Son zamanlarda izlediğim filmler, son zamanlarda dinlediğim müzikler, kısacası yediğim tüm boklar. Sen bi de dün görcektin. "Ben topla deyince toplamazsın odanı, arkadaşın geldiği zaman tertemiz yaparsın." Masaüstü arka planıma gelirsek eğer ben seviyorum onu. Dünya haritası manyaklığı zaten bünyemi sarmış durumda. Bi ara coğrafya atlasınızı alın gelin de şehir bulmaca oynayalım. Çok pis yenerim. İddaa oynuyorum ben. Son olarak da köşedeki saate gelirsek eğer sence onun 02.47 olması bir tesadüf mü? Bence tesadüf çünkü bana hiçbir anlam ifade etmiyor.

Otobüs Yolculukları-3 (Karma)










3. Karma

a. Arkada boş yer var mı?

Evet bu soruyu pek sık duymuşsunuzdur. Yanında biri ile oturmak istemeyen insanın muavine söylediği bir soru cümlesidir. Genelde muavin tarafından “Yok abi şimdi her yer dolu. Ben boşalınca sana seslenirim.” şeklinde cevaplanır fakat muavin otobüs tamamen boşalsa bile yine de hiç sesini çıkarmaz. Yolcunun gözü hep arkadadır. Bu yüzden muavini ikinci kez rahatsız eder ve istediği olur. İki kişilik yerde tek kişi oturmanın keyfine varır.

b. Kısık sesle TSM

Otobüs yolculuklarının vazgeçilmezidir. Gece 12’den sonra tam uyku bastırmışken inceden bir ses gelir şoförün oralardan. Şoför TRT Fm’de TSM dinliyodur. Siz sözleri duymazsınız, hafiften müziği duyarsınız ama sözleri hissedersiniz. Bu olay insanda orgazm etkisi yaratır.

c. Sisli gece yolculukları

Sisli gece yolculukları en enteresan yolculuklardandır. Şoför en fazla 5 metre önünü görerek ilerlerken otobüstekiler kadar telaş içerisinde değildir. Koltuklar dik konuma getirilir, sanki tüm yolcular yolu izlemekle görevliymiş havası içine girerler. Böyle zamanlarda bu hareketi yapan yolcuları izlemesi daha keyiflidir. Deneyin.

d. Uyuyanlar, uyuyamayanlar, uyuyorum diye kendini kandıranlar

Gece yolculuklarında otobüs yolculuklarında uyumak… Kimileri için basit bir iş “Ay valla ben kafamı koyduğum gibi uyurum, gözümü bi açarım aa mola yerine gelmişiz.” durumudur. Kimileri için anlamsız “Ay valla gece boyunca bi kere bile gözümü kırpmadım.” durumudur. Kimileri için de zor “Bi kaç kez dalar gibi oldum ama uyuyamadım pek.” durumudur. Uyuyamayanlar uyuyanları kıskanır, bu böyledir. Uyuyanlar ise hiçbir şey yapmaz. Sadece uyur. Uyumayın lan.

Ve yazı dizisi bitmiştir ya da ara verilmiştir. Bilmiyorum. Belki başka bir zaman başka bir mola yerinde benimle bir kahve içmek istersin diye düşündüm.

29 Eylül 2010 Çarşamba

Otobüs Yolculukları-2 (Yapılmaması Gerekenler)















2. OTOBÜSTE YAPILMAMASI GEREKENLER

a. Gazete okumak

Otobüste yanında oturan kişi eğer bir tanıdığın değil ise, otobüste gazete okumak tam bir dert işidir. Gazeteyi onun alanını işgal etmeden okumak, sayfaları çevirirken çektiğin çile gazete okumayı zorlaştırır. İşin tadını kaçırır. Bunun için gazete yerine daha küçük boyutlu dergiler, broşürler, kitaplar, bilgisayar çıktıları vb. şeyler tercih edilmelidir. (Kimi insanlar gazete okuma işini çok iyi başarıyorlar. Onları takdir ediyorum.)

b. Yüksek sesle müzik dinlemek

Otobüste yapılmaması gerekenler listesinin en başında gelen yüksek sesle müzik dinlemek otobüsteki diğer insanları refahı açısından önemlidir. “Ya bu kulaklık sesi ne kadar dışarı verebilir ki?” demeyin. O kulaklık bazen insanları çıldırtacak boyutlara getirebilir ve o kulaklık kulağınızda iken muavin “Çay, kahve, meşrubat?” diye sorduğunda cevap vermeyin. İsterseniz verin ama yediğiniz küfürlerden firmamız sorumlu değildir. (Ayrıca kulaklık kulağınızda iken sizin duymadığınız, burnunuzdan çok garip sesler çıkabilir.)

c. Muavine yüz vermek

Ülkemiz otobüslerinde muavinlerimizin bir çoğu cıvımaya müsait kişilerdir.(Sözüm otobüsten dışarı) Eğer bir kadın iseniz muavine söyleyeceğiniz en basitinden bir söz, muavinde sizin hakkınızda şu düşüncelerin doğmasına sebebiyet verir:”Dışarda olsak bu karı bana verir lan.” İşte bu yüzden muavin ile olan ilişkimize dikkat ediyoruz. Yoksa her servis yapıldığına tercihinizden, okuduğunuz şeye kadar birçok yoruma maruz kalabilirsiniz. Ayrıca bu muavinlerin hayat okulu öğrencilerinden olduğu düşünülürse değil kulaklık, kulaklıktaki sesi duyulan sanatçıyı otobüse getirseniz kurtuluş yoktur.

d. Telefonla konuşmak

Otobüsten otobüse değişen bir durumdur. Bazı otobüslerde telefonunuzun tamamen kapatılması istenirken, bazıların da sessize almanızın yeterli olduğu söylenmektedir. Biz sessize alma boyutunda düşünelim. Neden sessize alıyoruz telefonu? Zır zır zır çaldığında otobüsteki diğer insanlar rahatsız olmasın diye. Bunu anladık. Telefon sessizce çaldı yolcu telefonu açtı ve kulağına götürdü. İşte o zaman işkence başlar. “Kızııııııım, alooooo, Selmaaaaaa, alooooo, duymuyo musun beni? Selmaaa” Evet bu ve benzeri sesler yolculuk boyunca otobüste yankılanır. Güya telefonumuzu sessize almıştık. Bence onun yerine bazı insanların sesini en düşük seviyeye getirmek daha mantıklı olacaktır. Telefonun kapatılması söylenilen otobüslerde ise şoför telefonla konuşacaktır. Sakin olun. Heyecan yapmayın.

e. Bileti montunuzun cebine koymak

Yolculuk başladığından bir müddet sonra muavin bilet kontrolüne gelir. Muavin dibinize gelene kadar biletinizin üstteki eşya koyma yerindeki montunuzun cebinde olduğunu unutursunuz ve o sırada telaş başlar. Yukarıdan mont alınmaya çalışılır. Hangi cepte olduğu bilinmez fakat nedense her zaman en son bakılan ceptedir. (Aynı telaş otobüsten indikten sonra bagaj fişini bulmaya çalışırken de görülür.)

Evet otobüslerde yapılmaması gereken daha birçok hareket vardır osurmak, sıçmak, yüksek sesle gülmek, verilen ikramı üstünüze dökmek, servis sırasındaki bir anda koltuğu arkaya yatırmak gibi fakat yukarıda açıklamalarını yaptıklarım en tehlikelileridir. Lütfen onlardan uzak duralım. Ayrıca otobüs yolculukları yazı dizisi devam edecek...

28 Eylül 2010 Salı

Otobüs Yolculukları-1 (Kişileri Tanıyalım)










Otobüs yolculukları... Benim için hayatın en önemli anlarından bir tanesi. Neden mi? Çünkü en çok otobüs yolculuklarında gülerim, en çok otobüs yolculuklarında sinirlenirim, en çok otobüs yolculuklarında şaşırırım, sanırım en çok da buralarda hüzünlenirim.

1. KİŞİLERİ TANIYALIM

Otobüs yolculuklarında en önemli nokta yalnız isen yanına oturan kişidir. Bu kişi çoğu zaman size sıkıntılar çıkarır, hatta o kişinin size zorluk çıkarsın diye oraya gönderildiğini düşünebilirsiniz. Sanki o kişilerin hayattaki son görevi sizi yolculuk boyunca rahatsız etmektir. Şimdi sizlerle o kişileri tanıyacağız. Zaten biliyorsunuz da, belki bilmediğiniz bir şeyler çıkar aralarda. Kişilerimizi 4 temel başlıkta inceleyelim.

a. Lopçular

Olayın fizikî boyutunun en önemli elemanlarıdır bu kişiler. Sizi tek lop üzerinde oturtmaya and içmişlerdir. Lop değiştirme çabalarınızı bile kursağınızda bırakan bu kişileri uyarsam mı uyarmasam mı çelişkisi içerisinde kalıp uyarsanız bile yine de kısa bir süre sonra aynı konuma gelirsiniz. Böyle durumlarda otobüsten indiğinizde çürümüş götünüze merhaba diyebilirsiniz.

b. Kafa Sikiciler

Olayın diğer boyutu ise yanınızdaki kişinin saniyede ağzından çıkan kelime sayısıyla doğru orantılıdır. Argoda kafa sikiciler olarak tabir edilen otobüs konuşkanları genelde 40 yaş üstü kişilerden oluşur. Onları susturmak için kullandığınız Mp3 çalar kulaklığı bazen işi daha da çığrından çıkarır. Kafa sikici kulağınızda kulaklık varken konuşmaya çalışır, siz onu duymazsınız, eliyle dürter, nolduğunuzu anlamadan anlatmaya başlar. Unutmayın ki bu kişiler mola yerlerinde de peşinizi bırakmazlar. Takdiri 2 puanla kaçırmış olan çocuğun annesi ya da babası olan bu kişiler size sadece kendi çocuğunun değil tüm tanıdıklarının öğrenim hayatını anlatmakta zorunlu hissederler kendilerini. Son olarak eğer sıradan bir otobüs firması ile gidiyorsanız bu kişilerden “Ayyy Varan gibisi var mı?” “Ulusoy’un da yerini tutmuyor vallahi.” gibi cümleler duyma olasılığınız yüksektir.

c. Suspusçular

Otobüste yanınıza oturmasını isteyeceğiniz kişi suspusçulardan olmalıdır. Bu kişiler yolculuk boyunca bir kez bile seslerini çıkarmazlar. Bazı kesimler tarafından eleştri oklarına hedef olan bu kişilerin seslerini sadece "kek, kola" gibi sözcükler eşliğinde duyarsınız. En tercih edilen grup olarak tarihe adını altın harflerle yazan yazan suspusçular çok yakında Kanal D’de.

d. Hayat Okulu Öğrencileri

Diğer grup elemanlarına göre daha az rastlanan bu kişiler size yolculuk boyunca hayatın zorluklarını anlatmakla görevlidirler.(Daha çok erkeklere hitap ederlerler) Daha çok kafa sikiciler grubunun içerisinde yer alan bu kişileri gerek sosyal sorumluluk sahibi olmalarından gerek hayat felsefelerinin birçok kişinin ufkunu açacağından dolayı ayrı bir grupta ele almak istedim. Eğer siz de öğrenci iseniz, olay şöyle başlar:

-Kardeş nasılsın? Öğrenci misin?

-Evet abi. Hacettepe Üniversitesi’nde okuyorum.

-Biz de hayat üniversitesinde okuyoruz be gülüm.

Evet, otobüs yolculuğu boyunca karşımıza daha bir çok gruptan insan çıkabilir fakat ben elimden geldiğince sınırlamak istedim. Yoksa başa çıkılamayacak boyutta olur. Eee onu da kimse okumaz... Otobüs yolculukları yazı dizisi devam edecek...

18 Eylül 2010 Cumartesi

Kanırt beni Mahmut




















Fark ettim de pek bi duygusallaştım son zamanlarda. Baksanız ya son yazdıklarıma. (Yazar, burada isterseniz son yazdıklarımı okuyabilirsiniz demek istiyor ama isterseniz okumayın ama ben okuyun isterdim.) Komik şeylerde yazabiliyorum ben aslında. Yazamıyor muyum lan? Beni mi kandırdılar yoksa senelerce? Şimdi anladım ki bir plan, taslak, kroki, kuşbakışı, dağlar kıyıya paralel, güneş ışınlarının geliş açısı, izohips vb. bir şey olmadan yazıya başlayınca böyle göt gibi kalma olasılığı yüksekmiş. En azından benim için %100. Bu arada az önce “göt” yazdım diye altını çizdiler, üstüne geldim, baktım argo sözcük falan filan. Burada Can Yücel akla geliyor. Saygılar deyip, bir selam çakıyoruz ama yine de popo diyebilirim çok isterseniz. “Popo” Çektin mi lan çektin mi? Neyi? Popo derken fotoğrafımı çektin mi geri zekalı? Fotoğraf mı çekiliyoduk lan? Sus, tamam sus. Artık neden kimse fotoğraf çektirirken chesee demiyo ya da peynir ya da İzmir Tulum? Neyse eski fotoğraf makineleri daha güzeldi bence. Şimdi toplu bi fotoğraf çektirdikten sonra fotoğraf makinesi herkesin elinde esrar gibi geziyor ya, “Ayyy nasıl çıkmışım?” “Bunu sakın Face’e koymayın ıyranç çıkmışım.” gibi gibi. Bana pek bi yavşakça geliyor bu olaylar. (Şair burada Fazıl Say’a seslenir gibi yapıp Fazıl bakınca arkasına dönüyor piçlik olsun diye.) Nasıl çıkmışsa çıkmışsın işte. Bi anlamı yok artık kardeşim. (Sakin ol Muhsin bi suç iç.) Neyse artık bu yazı komik şeyler yazacağımın bir göstergesi olsun istedim. (Eee bu yazı komik değildi ki.) Hiç mi eğlenmedin lan? Tamam kanırtamamış olabilirim seni ama şöyle bi tebessüm falan? (Hayır, olmadı bi şey.) O zaman siktir git Cem Yılmaz izle. (Ben Cem Yılmaz’a da gülmüyorum ki.) Tamam, ağlattın beni. Sulu sümükler akıyo burnumdan. (Ahahahahaha buna güldüm piç.) Geber.

31 Ağustos 2010 Salı

Ayvanlarım...

Zor oldu ama mimlemenin ne olduğunu anlayabildim sonunda. Sorun bende değil sende. ☺ Neyse ben anlatayım o zaman. Nutellalı Ekmek




Kedi: Hayvanların en malıdır ama en sevdiğimdir. Ben zaten mal insanları da severim. Kediye her türlü duygu ve düşüncelerini bir kalıp şeklinde aktarabilirsin. O hep dinler seni. Köpek kadar yırtıcı da değildir zaten. Bazen aptal hareketleri vardır ama sevilir onlar işte. Bugüne kadar iki tane kedim oldu. İkisinin de adı Latife idi. Birisinde 6 yaşında falandım, diğerinde 13 yaşında idim. İlkini evimizin bahçesinde bakardım ama öyle gel kucağıma alayım seveyim seni kedilerinden değildi. Yemeğini yer giderdi. Beni çok tırmalamışlığı da vardır. Diğerini evin için de bakardım yağmurlu bir eylül günü bulmuştum ve kötü bir kaza sonucu kaybetmiştik kendilerini. Kedilerle olan ilişkim bunlardan ibaret. Ayrıca bu yaşımda da nerede bir kedi görsem illa ki dokunurum. Kucağıma alır severim gibi gibi.
Papağan: Ben küçükken papağanı olan şanslı çocuklardandım. Papağanımın adı da Ümit idi. Ne biçim bi aileyiz anlamadım zaten. Kediye Latife, papağana Ümit adını koymuşuz. Herhalde bir köpeğimiz falan olsa adını Haydar koyardık. Neyse işte papağanım vardı ama sözde papağan işte. Hani hep görürüz ya papağanlar konuşur durur, bizimkisi sadece kendi adını söylüyordu. Evimizin antresine koyardı annem gündüzleri onu. Okul çıkışı bütün çocuklara gösterirdim. “Ohaa o senin mi?” “Benim tabi oğlum, kimin olcak başka” “Konuşuyo mu o?” “Şimdilik sadece kendi adını söyleyebiliyor ama yakında insan gibi konuşacakmış.” “Vay bee” Böyle diyaloglar da kaçınılmazdı tabi arkadaşlarım ile benim aramda. O da bi anda yok oldu gitti uzak diyarlara işte. Oysa oturup birlikte çiğdem yerdik. Arkadaşımdı o benim.
Kuş: Babam sayesinde kuşlarla iç içe yaşadım. Düşün artık sabahları bıldırcınlarımızın yumurtası ile beslenen bir çocuktum. Keklik, kanarya, saka, güvercin, muhabbet kuşu, bıldırcın, papağan evimizden geçmiş olan kuşlardır. Hatta son kanaryam babamın vefatından 15 gün sonra öldü. Sarı bi şeydi. Neyse hayvanlarla böyle iç içe olmamın sebebi sanırım 18 yaşına kadar müstakil evde oturmamdı. Evet, kesinlikle öyleydi. Bu da kanaryam
Civciv: Bir gün annemle pazar dönüşü 3 tane civciv almıştık. 13-14 yaşında falandım. İsimlerini Abdi, Abbas, Abidin şeklinde koydum. Hepsi horoz olma yolunda emin adımlar atmışlardı fakat Abdi ve Abidin ölmüşlerdi biraz büyüyünce. Abbas kocaman bir horoz oldu ileride. Biz de onu kestik yedik. Pilavın içine koyduk. Doğanın kuralı lan bu duygusallığa bağlamayın.
Karınca, böcek, sivrisinek: İşte bu yaşımda da besleyebildiğim hayvanlar bunlar sadece. Karıncaya, böceğe yiyeceği temin ediyoruz. Sivrisinek o kendisi buluyor zaten bizi. Hatta bir gün bir tanesinin boynuna tasma takıp gezdiricem sokaklarda. Hahaha binicem üstüne vurucam kırbacı vurucam kırbacı. Tıkla

29 Ağustos 2010 Pazar

Kokoreççi, çırağı ve ben















Yine kaldırımlara takılmamak için yürüdüğüm bir gün. Bankaların olduğu o ana caddede gidiyorum. Ara sokaklardan gelen kokular neredeyse üzerime sinecek. Bir tanesi her zaman olduğu gibi beni kendimden geçiriyor. Kokoreç kokusu. Hemen yönümü 90 derece değiştiriyorum ve giriyorum bir ara sokağa. Kokunun geldiği küçük dükkâna doğru gidiyorum. Burası bir dükkândan öte, mağara gibi sanki. “Duvar oyulmuş içine kokoreççi koyulmuş” desem yalan olmaz. Dışarıya 4-5 tane sandalye atılmış fakat dışarıda yemek istemiyorum. İçeriye doğru uzatıyorum kafamı. Orada da 2 tane tabure var. Giriyorum içeri. “Bi yarım alabilir miyim?” diyorum kokoreççiye. Zaten ince olan sesim biraz daha ince çıkıyor. Sanırım bu olay kokoreççinin çırağının ilgisini çekiyor. Bakıyor yüzüme. Ben ona bakmıyorum fakat hissediyorum o yüzündeki yavşak ifadeyi. Kendimin o an o ortama yakışmadığını düşünüyorum. Çıkış için planlar yapıyorum kafamda. “Hayırlı işler gardaş” demenin iyi fikir olduğunu düşünüyorum. Çırağa da bakıp “Sana da kolay gelsin gülüm” de dersem eğer bu işin güzel tamamlanacağı hissine kapılıyorum. İçerisi gittikçe ısınıyor. Kokoreççi her cümlenin sonunda bir şeylerin amına koyuyor. Bi an kalkıp “Çok terbiyesizsiniz, iptal edin kokoreci, duramam ben burada.” dersem başıma gelecekleri düşünüyorum. O sırada çırak kokoreci alıp getiriyor önüme, hiç sormadan bir de ayran getiriyor. “Bu da müessesemizin armağanı” diyor ve sırıtıyor. O an dişindeki kokoreç parçasını görüyorum. Bütün iştahım kaçıyor ama “Yiyemedi bi yarımı amına kodumun piçi” diye arkamdan konuşurlar diye zorla da olsa yiyorum yarımı. Tam önümdekileri toplarken çırak “Bırak abi ben toplarım.” diyor. “Tamam” diyorum. Kokoreççiye yaklaşıp “Borcumuz ne kadar?” demem gerektiği yerde “Ne kadar tuttu benim yediğim?” diyorum. Soruda bi gariplik olduğunu hissediyorum ama bir şey diyemiyorum. “3 TL ver yeter.” diyor. O an kokoreççinin kullandığı “yeter” kelimesine anlamlar yükleyip “Acaba başkasına 4 ya da 5 TL de bana mı 3 TL?” diye düşünüyorum. Çıkarıyorum 3 TL’yi uzatıyorum. Çıkarken yaptığım bütün planlara rağmen ne diyeceğimi unutuyorum. Bir şey düşünür gibi yapıp ne diyeceğimi aklıma getirmeye çalışıyorum. İçimden bu iş olmucak galiba deyip “Bay baaay” diyip ayrılıyorum yanlarından. Yolda ilk kez birinin amına koyuyorum. Kimin olacak? Tahmin et bakalım. Tabiî ki kendimin amına koyuyorum.

28 Ağustos 2010 Cumartesi

Saçma bir aşk...











Öyle yan yana dizilmiş duruyorduk. Sen ben ve tanıdık ya da tanımadık bir sürü kişi. Bir yerlere gidecektik aslında, tam olarak nereye gideceğimizi bilmiyorduk fakat. Hep kulaktan duyma bilgiler işte yok orası çok sıcakmış, yok orası çok pismiş. Oraya giderken yolda zarar göreceğimizi bile söyleyenler var. Hatta şu solda duran uzun boylu olan “Öleceğiiiz, öleceğiiiz” diye bir melodi tutturmuş gidiyor. Ben gidersem eğer seninle gitmek istiyorum. Bu yüzden sana daha da yaklaşıyorum. Hatta sana yapışıyorum. “Aman tanrım bu da ne?” Üzerimize kan sıçradı sanırım, kimin kanı bu? Sanırım doğru söylüyorlar. Öleceğiz hepimiz, öleceğiz ikimiz ama biz ölmek istemiyoruz. Üstümüze kireç döküyorlar şu an galiba. Taş kesileceğiz ikimiz de. Sarılsana bana. Teşekkür ederim. Keşke buradan kaçabilsek. Keşke atlayabilsek tüm engelleri. Başka bir yerde birlikte olabilsek, bir çocuğumuz olsa da onu sevebilsek. Ama biliyorum. Gerçekten biliyorum. Patates kızarmaları hiçbir zaman yürüyemezmiş. Patates kızartmaları asla üreyemezmiş. http://i25.tinypic.com/2rm1lqo.jpg

13 Ağustos 2010 Cuma

Ecdadınızı Zikerun

Yine oturmuşuz kahvenin en ücra köşesine okey oynama telaşındayız işte. Kahvede de pek bir şey yok masalar, sandalyeler, çay ocağı, televizyon falan. Tabii normalde kahvelerde dansöz falan oynatılır ya hani ben de işte bu gereksiz açıklamayı yaptım yine. İşte taş sesleri, “koz ver” sesleri, çayı karıştırmaya çalışanlar, masalardan birbirine laf atanlar falan derken geçip gidiyor yine bir ömür.(Burada Münir Nurettin Selçuk’tan Aziz İstanbul adlı eserin girmesi gerekiyor) Kahveci her çay getirdiğinde “3 şeker istesem içinden söver mi?” düşüncesi beni benden alıyor. Normalde evde çaya 4 şeker atan ben kahvede 2 şeker atıyorum. Bu durumdan memnun kahveci tabii. Bir kere duymuştum, eleman 4 şeker isteyince “Sen şekerlerin parasını ver, çay benden” demişti. Eleman da gülmüştü ama bozulmuştu biliyorum ben. O sırada kahveden içeri biri geldi. Gözlüklü bir adam. Dışarının soğukluğunu gözlüklerindeki buhardan anladım. Çıkardı gözlüklerini atkısına sildi. Sonra taktı. Herkes o adama bakıyordu sanki. Bu yüzden ben başımı öne eğdim. Adam camın kenarındaki masaya oturdu. Herkes hâlâ adama bakıyordu. Dayanamadım ben de baktım yine. Adam kafasını kaldırdı “Ecdadınızı zikerun ne bakıyonuz lan” dedi. Herkes önüne döndü. Bir kişi de “Lan adam ecdadımızı s*kti, dalalım şuna” ya da “Mahalleden adam toplayıp s*ktirelim” demedi. Herkes kaldığı yerden kâğıt oynamaya, okey oynamaya devam etti. O adam bilmiyor ama hayatımda çok büyük yer edindi o gün. Hem ikimiz de gözlüklüydük zaten.

2 Ağustos 2010 Pazartesi

İnternet Cafede Kilitli Kalan Çocuk










Yazılış Tarihi: 04.08.2009

Otur otur nereye kadar diye sordum kendi kendime, canım sıkılıyodu benim yaa ne yapayım ne yapayım diye düşündüm durdum, en iyisi internet cafeye gidip Mynet'te okey oynamaktı ya da Counter oynardım olmadı Mirc'te chat yapardım. Üstümü başımı değiştirdim saçıma Egosite jöle mi sürdüm kazık gibi oldu çünkü ultrastronggel di. Belli mi olur sonuçta internet cafeye gidiyorum chatten kız düşürüp msnde kamera açtırmak var. Bakımlı olmak lazım tabiî ki de. Neyse yola çıktım. Çok uzak değildi internet cafe belki 200 metre belki 300. Hemen içeri girdim bilgisayarlar yanyana ikili ikili dizilmişti. Hemen yan tarafı boş bi yer gördüm en arkada. Cafenin sahibine dedim “Abi 15 i açar mısın” o da “Önce tuşuna bas aç bilgisayarı” dedi. “Tamam” dedim. Gittim tuşuna bastım. Windows xp açıldı. Ekrana Akınsoft yazısı geldi. Bekle bekle bekle. Adam açmıyor bilgisayarı. “Acaba istek mi göndersem” diyorum. Sonra düşünmez mi “Dilimi yok amk evladının.” diye. Şimdi bağarsam “Abi 15 açıldı.” diye. Sesim nasıl çıkar bilmiyorum ki. Oha kızlar da var cafede hepsi bi anda dönüp bana bakarlar şimdi. Bunları düşünürken tabi bizim bilgisayardan ses yok. En iyisi gideyim adama “Abi 15 açıldı.” diyeyim sessizce. Tam gideceğim sırada bi anda bilgisayar kapanmaya başladı. “Abi napıyon sen yaa taşak mı geçiyon benimle.” Hemen koşturdum yanına “Abi ben açmıştım ama sen kapattın ana masadan.” dedim.”Kusura bakma abicim.” dedi. "Ben onu açık kalmış sandım seni unutmuşum." dedi. Neyse bu sefer geldi kendisi bastı power tuşuna sonra bide akınsoftu gördükten sonra açtı ana masadan bilgisayarı. Sonunda masaüstüne kavuşmuştum.

Hemen açtım bi internet sayfası girdim Mynet'e hemen takılanlar bölümünden alev odasına girdim. Bi masaya oturucam hepsi erkek “Öff olmaz ki böyle ama.” Bi anda saziye_19 yeni masa açtı hemen karşısına oturdum. Diğer taraflara da iki tane sap geldi işte. Neyse başla tuşuna bastık hepmiz. Oo elim güzeldi. Biterdim büyük ihtimalle. “Selam orti nerden?” diye sordum hemen. Cevap yazmadı. Nazlanıyo diye düşündüm içimden. Bu sefer “Elin nasıl?” diye sordum. Sadece “ii” yazdı. "Benim de iyi." yazdım. Sonra tekrar “Selam orti nerden?” yazdım. Yine cevap yazmadı. Ben bittim ilk el. Bana alkış yaptı. Utandım. "Tşkrlr" yazdım. Sonra tekrar sordum "Selam orti nerden?" Yine cevap yazmadı. Yandaki saplar benimle taşak geçmeye başladı. Ben de hemen çifte git tuşuna bastım puan kaybedeceğimi bile bile çıktım masadan. Çıkarken de Şaziye’ye şunları yazdım. “Hıh kendini beğenmiş.” Çok üzülmüştüm gururum da incinmişti. Hemen kapattım Mynet okeyi. Ardından Mirc’e girdim. Zurnaya girdim kanal olarak. Kanalın ana sayfasında yeni gelenlere bakıyordum ardından hemen etkileyici bir giriş yapıyordum. Hiç kimse cevap yazmıyordu. Bi arkadaşımın tavsiyesine uydum nicklerinin sonunda girl olan kişilere yazmaya başladım bi baktım rudegirl cevap yazmış. “Adınız nedir?” dedim. “Esra” dedi. “Nerelisiniz?”dedim. “İstanbul” dedi. “Yaşın kaç?” dedim. “18” dedi. “Ne iş yapıyorsun?” dedim. “Okuyorum” dedi. “Aaaaay!” dedim işte bu abi yaa işte bu. Bulmuştum aradığım aşkı bütün özellikleri bana uyuyordu. Hobilerini sordum. “Sinemaya gitmek” dedi “yüzmek” dedi “tenis oynamak” dedi. “Ben de çok severim tenis oynamayı.” dedim. Oysa hayatımda hiç tenis raketi görmemiştim. “En sevdiğin tenisçi kim?” dedi bana. “Agassi” dedim hemen. Ataride oyunu vardı ordan biliyodum. “Ooo” dedi “Klasik takılıyorsun sen”. “Tabi ki öyle” dedim “Ne varsa klasiklerde var.”. Ardından sordu:“Klasik müzik dinler misin?” Ben de “Yok dinlemem” dedim. Hemen ağlayan surat yaptı. Olamaz onu çok üzmüştüm galiba. “Üzdüğüm için özür dilerim.” dedim. “Ben üzülmedim ki.” dedi. Rahat bi nefes aldım ardından. Konuştuk konuştuk konu konuyu açıyordu. En sonunda dedim “Msn adresin var mı?” Hemen verdi adresini. Çok şaşırdım. “Acaba erkek mi bu?” dedim. “Yoksa keklemiş miydi beni?”. O anda kendimi çok kötü hissettim ama yine de ekledim msnini. Baktım çevrimiçi oldu hemen. “Teşekkür ettim.” adresini verdiği için. O da “Önemli değil” dedi.

O sırada yan masaya adamın biri geldi oturdu ama böyle olmuyordu ki. “Acaba benim ekranıma bakıyor muydu?” Gözleri hafif yana kaydırıp “Benim ekranı kesiyo mu?” diye bakmaya çalışıyordum ama beceremiyordum. Bütün konsantrasyonum bozulmuştu. Esra ile konuşmaya devam ettim. Adam sanki ekrana bakıyordu ya. Utandım bi an. Sonra “Esra sen gerçekten kız mısın?” diye sordum. “İstersen kamera açalım.” dedi. Off yandaki adam kamera açtığımızda ya ekrana bakar da onu görüp adresini eklemeye kalkarsa. Belki de Esra erkek. Benim rezil durumuma şahit olursa. İçinden “Amk malı nasıl da keklenmiş?” diye düşünürse. “Aman” dedim ne olursa olsun. Gönderdim Esra’ya kamera teklifini. Hemen kendimi gördüm ekranda. Şöyle kafamı hafif yana kaydırdım. Gözlerimi de kıstım azıcık. Gayet karizmatik duruyordum böyle. O anda onun kamerası da açıldı. Aman tanrım o an ne olduğumu şaşırdım. Çok güzeldi kendileri. Beni görünce gülümsedi. Eridim bittim. Yandaki adama baktım o sırada ekranıma bakıyordu. Hemen kafasını çevirdi kendi ekranına. “Bak amk çocuğu ne çeviriyon hemen kafanı?” dedim içimden. O anda “Hah bu kız benim havalarına girdim” galiba. Baya kameralarımız açık kaldı. Sonra onun çıkması gerekiyomuş. “Yarın grşrz cnm” dedi. Ben de “Görüşürüz” dedim. Görüntülü aramayı sonlandırdı. O an kendimi çok garip hissettim. Yan masadaki adam kalktı. İçimden “İşin bitti deme pezevenk kestin kızı şimdi gidiyosun.” diye geçirdim.

Sonra bi Counter oynayım da gecenin stresini atayım sonra eve giderim dedim. Baktım hiç kimse oynamıyor cafede. “Ben de botlarla oynarım” dedim. Hemen yeni oyun kurmaya kalktım. Saat de geç olmuştu. Şöyle bi baktım cafeye, 2 kişi kalmıştık. O anda büyük tuvaletimin geldiğini hissettim. Hiç de tarzım değildir dışarıda yapmak ama oyunu da oynamak istiyordum. Neyse dayanamadım girdim tuvalete. Düğmeye bastım ışık yok. Kimse yıldıramazdı beni. İyice hırs yapmıştım. Çömeldim yere. Neyse çıkanın ayrıntılarına girmemek en iyisi sanırım ama baya uzun sürdü yani. O karanlıkta tuvalet kâğıdı var mı diye yokladım. Tuvalet kâğıdı yoktu ama rulosu kalmıştı sadece. “Neyse buna da şükür.” dedim. İşimi hallettim. Ellerimi yıkadım. Bi çıktım dışarı. “Ohaaa” elektrikler kesilmişti. “Bize oyun oynamak haram.” diye geçirdim içimden. Ana masaya doğru gittim. Kimse yoktu galiba başında. Dışarıya bi baktım. Dışarısı da yoktu. “Yok artık Ali Sami.” Üstüme kitleyip gitmişler cafeyi. Kepenkleri de çekmişler. Hemen telefonumu aldım evi aradım. Araya basar basmaz telefon kapandı. Obaa şarjım da bitti. “Bu ne lan” dedim şaka mı bunların hepsi? Gittim cafenin camına yumruk attım. Kimseden ses gelmedi. Daha fazla vursam camı kıracaktım herhâlde. Düşündüm “Acaba açıp bi bilgisayarı otursam mı sabaha kadar?”. Dedim evdekiler merak eder. Nasıl çıkacaktım ben buradan? Daha sonra aklıma cafenin telefonu geldi. Hemen kaldırdım ahizeyi. Evi aradım annem çıktı. “Anne” dedim “Ben cafede kilitli kaldım hemen gelin beni çıkartın burdan.” Bunu dedikten sonra annem cevaplarımı beklemeden en az beş soru sordu galiba. İşte anlattım olayı baştan sona. Sonra kapattım telefonu. Aradan on dakika geçti sesler duydum dışarıdan. Neyse kepenkler kalktı. Cafe açıldı. Hepsi bana gülüyordu. Babam cafenin sahibini tanıyormuş gitmiş evden almış adamı. Adam “Sana ne küfür ettim parayı ödemeden kaçtın diye.” dedi. "Abi kusura bakma da benim kadar küfür etmemişsindir." dedim. Bozuldu ama yine de güldü. Neyse biz eve gittik. Yarın gündüz yine aynı cafeye geldim Esra ile konuşmaya. Abi gülümsedi. Sonra “Akşam ne yedin sen?” diye sordu? Ben de “Ne alaka ya?” diye düşünürken ”Bi daha sifonu çekmeyi unutma.” dedi. Baktım etrafa kimse duymamıştı. ”Abi sen de ışığı yaptırmayı unutma.” dedim. Gülüştük. Ardından “15 i açar mısın?” dedim. O da “Sen önce tuşuna bas aç bilgisayarı.” dedi. ”Tamam amk tamam” dedim.

27 Nisan 2010 Salı

3 buçuk porsiyon karışık lan-3






















~Sevgiliye hâlâ ben seni hak etmiyorum diyen insanlar var. Denir mi hiç öyle ya? Birisi bulmuş bunu, diğerleri de arkasına sığınmaktan başka hiçbir şey yapmıyorlar. Ben seni hak etmiyomuşum. Sen kimi hak ediyosun ki lan.


~Çağan Irmak filminde ağlıyor insanlar. Ben niye beceremiyorum diye soruyorum kendime. Bir de ağlamayanları duygusuz ilan ediyorlar. Ağlamayın lan.

~Trt 3'de ne zaman artistik patinaj denk gelse, tek kanallı dönemi anıyor yaşlılar. Tamam acı ama tatlı günlerdi ama anmayınız lan.

~Kola alımı sırasında insan çelişkiler eşiğinde kalıyor. 2 litrelik mi alsam? 2.5 litrelik alırsam dökülecek ama 2 litrelikle arasında fiyat farkı çok az. 1 litrelik alsam az mi gelir? Kutu kola mı alsam herkes. Çelişkide kalmayın lan.

~Anneler hala çocuklarına bir beden büyük aldırma çabası içerisindeler. Çocuklar kıyafetlerin içinde kayboluyorlar sırf seneye de giyebilmek için. Yapmayın lan.

~Kediler çöp tenekesinde aç kalmamak uğruna sabahlıyorlar. Doğal olarak biz de oraya çöp atıyoruz. Kimisi hissedip hemen kaçıyor ama kimisi tam çöpü atarken fırlayıveriyor. Bu çok korkunç lan.

~Baklava dilimli çorabı kıvırıp spor çorap yapmaya çalışan insanlar görüyorum. Güneş balçıkla sıvanmaz lan.

~Radyo dinlerken sıradaki şarkı bana gelsin, sıradaki şarkı senin olsun tarzında söylemlerde bulunuyor insanlar. Bütün şarkılar sizin olsun. Radyo dinleyen kaldı mı lan?

~Takım tutmayanlara saygı gösterin lan. Sporun futboldan ibaret olmadığını anlayın lan. Sokak çocuklarına yardım edin lan. Bir huzurevini ziyaret edin lan. Hayvanları sevin lan. Doğayı sevin lan. İnsanları sevin lan.

Seneye görüşürüz lan.