30 Kasım 2011 Çarşamba

Gerçek Kesit #1

Aklıma bazen çocukluğumda yaşadığım bir olay ya da tanıdığım kişiler geliyor. Mesela yemek yerken durduk yere plastikçi Mehmet amca geliyor. Zaten bu sıralar aklıma çok plastikçi Mehmet amca geliyor. Onu da buraya bir daha aklıma gelmesin diye yazıyorum zaten şu an. Bir de kahveci Mehmet abi var. Şimdilerde amca olmuştur çoktan. Babamla çarşıya gittiğimizde bir avuç kahve çekirdeği alırdım ondan. Yerdim yol boyunca. Tabi onun bir avcu benim iki cebim ediyordu o zamanlar. Geçenlerde yine dükkânına gittim. Oğlu duruyordu tezgahta. Yine istedim kahve çekirdeği. Yine yedim yol boyunca. Kahve çok ilginç bir şey zaten. Bıyık mı çıkartıyordu o? Sakızda ne oluyordu peki? Yamuk mu çıkıyordu bıyıklar? Sakızı yutunca da sakız ağacı mı çıkıyordu midede. Midede bir ağaç düşünsene. Uçlarında falımlar, turbolar, tipitipler. Kolalı sakızlarda ülke bayrakları çıkıyordu ne güzel. Sakızı yere atanlar oluyordu bir de. Üstüne basanlar ise ayrı bir hikâye. Hiç zift dökülmüş bir yoldan geçtin mi? Alttan nasıl da gelir koku ve sıcaklık. Ben küçükken nerede zift dökülmüş bir yol görsem gider sakız alırdım ve yola atardım hemen. Zaten sobanın üzerine tükürmekten sonraki en büyük hobim de sakız atmaktı. Köpürürdü sakız. Sonra sararırdı ve sobanın üzerinde iz kalırdı. Annem görmesin diye onu ıslak bezle silme çabalarım. Eskiden ıslak mendil diye bir şey yoktu sanki. Vardı da böyle yaygın değildi sanırım. Bez sabunlanır öyle silinirdi eller ağızlar. Yatarak televizyon izlemek ne güzel bir şeydi? Artık televizyon izlemez olduk. Kırlentlere bakıyoruz sadece. Annelerimiz koltuğun iki yanında duran kırlentleri bizden çok mu seviyorlar ki? Ne zaman sağa sola fırlatsam bir tepki geliyordu kesinlikle. Karıncaları dövüştürdün mü sen hiç? Bir kabın içine bir sürü karıncayı koydun mu mesela? Birini koyarken diğeri kaçmaya çalıştı mı? Sinirlenip öldürdün mü bir tanesini? Sineğin kanadını kopardın mı? Sümüklüböceğin üstüne tuz döktün mü peki? Evinin tuvaleti dışarıda oldu mu hiç senin? İşemeye giderken aklına kötü şeyler getirdin mi? Mesela annenden babandan sen işerken tuvaletin önünde durmasını istedin mi? Ben hep istiyordum mesela. Korkuyordum çünkü. Bir keresinde annem "Yap altına." demişti. Yapmıştım ben de. O kadar korkuyordum mesela. İşerken "destur" dedin mi sen hiç? Hem de neden destur dediğini bilmeyerek. Böyle işte öylesine konuşmak istedim şimdi. Artık böyle konuşacağım arada bir. Konusuz. Bağımsız falan. Destur.

21 Kasım 2011 Pazartesi

Düğünde bana atılan parayı çaktırmadan cebime soktum!
















Blog yazılarıma şöyle bir göz gezdireyim dedim fakat bir de ne göreyim. Hahaha. Olmadı lan bu benim giriş tarzım değil. Düğünler… Neydi düğünler? Niçin vardı? İlk düğün M.Ö 214 yılında… Yok abi bu da olmuyor. Ben en iyisi konuya direkt atlayım: Hop…

Düğünler… Bir çocuk için düğünler kaçırılamayacak fırsatlardı. Düğünün olacağını duyan çocuğun günler öncesinden içini heyecan kaplardı. Neler vardı peki düğünlerde? Öncelikle dandik markalı bir meyve suyu vardı. Ne kadar yenirse düğünün o kadar güzel geçtiğine inanılan düğün pastası vardı. Fakirliğin toplumsal simgesi olan naylon içerisindeki kuru yemiş vardı. Sahnede koşturmaca vardı. Anneden gizli düğün salonun dışında yapılan küçük kaçamaklar vardı.

Anne için ise önemli olan sahneyi en güzel açıyla karşısına alabilmekti. Bunun için düğüne ne kadar erken gidilirse, o da olmadı düğüne erken giden birisine yer tutturulursa kârdı. Düğün boyunca “Anneaaa mısır alcam ben para ver. Aneeaaaa cips alcaz biz para ver.” diyen çocuğa karşı annenin düğün boyunca süren denge politikasının evde böl-parçala-yönete doğru kayması muhtemeldi. Anne için diğer önemli bir şey ise nikah şekeri idi. O şekerleri yemezdi anne. Çocuğuna da yedirmezdi. Eve gider, vitrine koyardı. Senelerce orada dururdu o şeker. Aynı anne düğünün davetiyesini de senelerce saklardı, affetmezdi.

Baba için ise düğün daha çok gürültüden ibaretti. Baba arada bir salona girer, dans etmek gerekiyorsa dansını eder, çiftetelli oynamak gerekiyorsa çiftetellisini oynardı. Babanın yeri düğün salonunun önüydü. Bilemedin civardaki en yakın meyhane idi.

Düğünlerde bir diğer dikkat çeken olay ise sahneye atılan paraları toplayan elemanlardı. Eminim bir göz doktoruna götürülse bu elemanlar “İnsan değil lan bunlar.” diyen doktor mesleğe küserdi. Onlar sahnenin dört bir köşesine yayılmış paraları tek tek görür ve gider toplardı. Çocuklar bu elemanlara düşmandı ve birkaç banknotu cebe indirebilirlerse arkadaş ortamında anlatacak güzel şeyleri olurdu. “Oğlum akşam düğünde bana atılan parayı çaktırmadan cebime soktum lan eueheuhe.” gibi.

Düğünlerin en kritik noktalarından birisi de kamera idi. Kamera “Naciye ne takmış? Aaaa şuna bak bi yirmilik takıp gitmiş. Hâlbuki biz çeyrek takmıştık.” yorumlarına sebebiyet veren bir cihazdı düğün boyutunda. Tabii ki kameranın kendisini çektiğini fark eden insanların ne hâllere büründüğüne hiç girmiyorum bile. Çeyrek falan demişken takı merasimi düğünden ilk kalkış fırsatı idi. Takı merasiminden sonra salonun yarısı boşalırdı nerdeyse. Çünkü Naciye teyze, çünkü Dürdane teyze görevini yapmıştı ve takmıştı. İşi uzatmanın anlamı yoktu.

Düğünlerin en eğlenceli kısmı ise sonları idi. Sonlara akrabalar ve yakın aile dostları kalırdı genelde. Halaylar bu aşamada hız, düğün sonu fotoğrafları ise anlam kazanırdı…

Sanırım yazının uzamaması adına böyle tadında kesmek güzel olur. Bilirim gün geçtikçe düğünlere gitmek işkence hâline gelir. Onlar biliyorlar da mı oynuyorlar sanki? Gelin hanımın kardeşlerini sahneye alıyorlar bak. Hey Damat! Sen kiminle dans ettiğini sanıyorsun? Çocukları pistten alalım mı? Sandalye yetmedi dışarıdan getirelim mi? Ha bu arada her şeyi geçtim de acaba içkili miymiş düğün?

20 Ekim 2011 Perşembe

Atanamayan Öğretmenler














Şimdi burada yazacaklarım tweet olarak da yazmıştım ama yine de şöyle bir tekrarlama ihtiyacı hissettim. Çünkü konu sürekli gündeme geliyor ve kimileri bu işten güzel rant sağlıyor. Bilmeyenler için söyleyeyim: Ben bir sınıf öğretmeniyim. Yazıya geçmek gerekirse bu yazıdaki kişi, kurum ve kuruluşlar çok gerçektir.

Sene içindeki süreçten başlarsak eğer ben de KPSS'ye çalışan bir öğretmen adayı olarak "Acaba kaç bin kişi atanacak?" diye merak ediyordum. Kimisi 30 bin, kimisi 10 bin falan derken bir 55 bin söylentisi çıktı ortaya. Günler geçti ve bu söylenti hükümet tarafından onaylandı.

Herkes Ağustos ayında 55 bin atama beklerken 12 Haziran seçimlerinin de büyük etkisi ile haziran ayında 30 bin öğretmen atanıverdi. Sene içerisinde KPSS'ye hazırlanan son sınıf öğrencileri bu haber ile birlikte bir süre üzerlerindeki şoku atamadılar falan derken temmuz ayında 6500 öğretmen daha atandı. Yaz aylarında yapılan bu atamalarla birlikte yeni mezun olacak öğretmen adaylarına 19 bin civarı bir atama bekleniyordu ki ağustosta sadece 11 bin 500 öğretmen atandı.

Şimdi gelelim olayın farklı yanlarına. Diyebilirsiniz ki "Ohhh ne güzel atamışlar işte yazın 36 bin öğretmeni." diye. Demesi çok kolay. O atamalarda alt sınırı 81 olan sınıf öğretmenliği puanları kaça düştü biliyor musunuz? 69'a kadar düştü. 75 puan alanlar ülkenin en nadide köşelerine atandılar. Ya Ağustos atamasındaki yaşları 22-23 olan öğretmenler? Onlara noldu biliyor musunuz? Onlar 82 puanla anca Hakkâri'ye atandı. 83 puanla anca Muş'a atandı. Şimdi diyebilirsiniz ki? "Orası da ülkemizin toprağı değil mi?" Öyle tabii ki öyle ama işte konumuz o değil. Konumuz haksızlık. Hükümetin 2 ay arayla yaptığı atamalardaki büyük haksızlık. Şov yapayım derken yapılan büyük rezillik.

Olay böyle karışık bir şey. Şöyle bir bakarsak AKP 55 bin sözünü büyük oranda tuttu aslında ama ne zaman ve nasıl tuttu? Niçin'i sormuyorum bile... Yine seçtik gitti çünkü.

***Benim bilgilerim bunlardan ibaret, eğer bir yerlerde yanlış yaptıysam uyarılarınızı dikkate alırım.

9 Ekim 2011 Pazar

Nermin teyze


















Bir Nermin teyze vardı ben küçükken. Farklıydı Nermin teyze. Küçüktü. Çocuklarla iyi anlaşırdı. Az ve öz konuşur, çok sesi çıkmazdı. Çay bardakları vardı Nermin teyzenin. Küçük çay bardakları. Bizdekilere benzemezdi. Nermin teyze bardakları idi onlar. İkindide çayın yanına püsküüt koyardı Nermin teyze. Hep aynı püsküütlerden. Hiç değişmezdi. Nermin teyze püsküütüdü onlar. Bir muhabbet kuşu vardı Nermin teyzenin. Kendisinden daha çok konuşurdu. Kafese parmağımı değdirdiğim anda ısırırdı. Bir kocası vardı Nermin teyzenin, adı Mustafa idi. Her akşam eve elinde bir poşetle gelirdi. Temiz yüzlüydü. Erken öldü. Bir oğlu vardı Nermin teyzenin. Pek eve gelmez, hep dışarı da çalışırdı. Uzun boyluydu. O Nermin teyzenin oğluydu. Bir keresinde salçalık biber almıştı Nermin teyze. Dördüncü kata çıkaramamıştı. Ben yardım etmiştim ona ve Nermin teyze mutlu olmuştu.

Nerden aklıma geldi şimdi Nermin teyze? Çünkü evime bir bardak geldi. Nermin teyzenin bardaklarına benziyordu ama ne yazık ki yanında Nermin teyze püsküütü yoktu.

1 Eylül 2011 Perşembe

Bir Bayram Hikâyesi

















Şimdi yazdığım bayram tweetlerinin de toplamı mahiyetinde olan bu yazıma başlarken tekrardan bayramınızı en içten dileklerimle kutluyorum.


Bayram, bayram namazı ile başlar diye öğrendik biz küçüklükten. Bayram namazı farklı bir şeydir bizim buralarda. Gidilir. Her seferinde nasıl kılındığı unutulur. Namaz öncesi hoca hatırlatır ama yine de tekbirler sırasında gözler sağ sola kayar. Bayram namazı sırasında sureleri okurken aklınızın köşesinde her zaman ayakkabınız olur. Sübhaneke acaba çaldılar mı Allahümme lan yeni almıştım ve bi hamd... Şakası bir yana namaz sonrasında ayakkabının çalınmadığını görmek büyük bir mutluluktur. Yani biz takunyayla bayram namazından eve dönen çok insan görmüşüzdür.

Bayramın ilk gününden telefonunuza mesajlar gelmeye başlar. Mübarek kelimesinin Arapçada kutlu anlamına geldiğinden habersiz "Mübarek mi yazsam kutlu mu yazsam?" çelişkisi alır götürür insanları. Yıllardır enseye tokat, göte parmak olduğunuz kişilerden sonu "ız, uz, iz" ile biten içerisinde saygı dolu ifadeler barındıran mesajlar alırsınız. Bu biraz garip gelir insana. Hatta ben mesajın sonuna ;-) yapanı bile gördüm. "Sen ne ayaksın oğlum, ne yani 'Şekeri eline verdim.' havası mı yarattın mesajda, nesin sen lan?" diye sorulur.

Görüyorum da günümüzde birçok insan eski bayramların özlemini duyuyor. Eski bayramların tamamen yok olduğunu sanıyor. Bence o kadar emin olmayın. İşiniz yoksa bir bayram günü şöyle bir kenar mahalleleri dolaşın. Orada her şey eskisi gibi, poşetleri ellerinde şeker toplayan çocuklar geziyor.

En önemlisi de misafirler gelir bayramda, çocuklar gelir evinize. Anneniz misafirlere "Hoş geldiniz." dedirtir. Misafir çocuğuna bilgisayardan oyun açtırtır. Misafir çocuğuna şeker uzatılır. Ardından "Bir tane daha al." dediğinizde annesine bakar masum masum "Alayım mı bir tane daha?" diyemez.

Kısaca böyle geçer bayramlar. Baklavanın kime yaptırıldığı en merak edilen konulardan olur. "Dersler nasıl gidiyor?" diye sorulur. Okulu bitirince ne olacağına karar verir insan. Büyüklerin ellerinden öpülür. Babaanneler, anneanneler, dedeler sizi bekler. Siz bayramın bitmesini beklersiniz çoğu zaman. Yine de güzel şeylerdir bayramlar.

30 Ağustos 2011 Salı

Muzlu Puding


Şimdi bir şey anlatıcam. Bu benim en samimi hâllerimden birisi olacak. Şu an moralim nasıl bozuk nasıl bozuk anlatamam. Az önce markete gittim. Canım nasıl muzlu puding çekti görünce. Gittim aldım hemen. Eve geldim. Neyse sütü koydum, pudingi döktüm içine ve karıştırmaya başladım. Şöyle bir kokusunu alayım dedim, daha yeni döktüğüm için kokusu gelmedi pek burnuma. Biraz ısınsın kokmaya başlar dedim. Benim düşüncelerimin aksine kokmamakta ısrar etti. Sonra bir daha kokladım. "Yok abi muz falan kokmuyor lan bu". Paket ters duruyordu. Bir çevirdim, üzerinde eşşek kadar "VANİLYA" yazdığını gördüm ve karıştırmaya devam ettim.
Ben bu olayı hep yapıyorum abi. Bir keresinde de sucuklu tosta tarçın atmıştım. Bir de üstüne üstlük yiyorum böyle bir şey yapınca. Kendime ceza veriyorum gibi bir şey. Nefsimi terbiye ediyorum panpa. Gidip bir paket daha puding almıyorum, gidip de tostu baştan yapmıyorum. Pudingleri de koydum buzdolabına. Oturup yicem hepsini. Sanki muzlu puding yiyormuş gibi. Teşekkürler. Saygılar. Moralim bozuk.

23 Temmuz 2011 Cumartesi

Amy Winehouse Ölmüş Lan





















Evet aldığımız son ölüm haberi sanırım bu. Ben bu kadını sadece medyadan takip ederdim. Ne yalan söyleyeyim belki oturup da anca bir kere dinlemişimdir kendilerini. Tam hatırlamıyorum. Genelde uyuşturucu haberleri, erkek arkadaşının görüntüleri, konser iptalleri ile gündeme geldi Türkiye'de. Şimdi de ölümü ile...

Ölüm haberini görünce bir haber sitesinde, Twitter'a bir girip bakayım dedim. İlk başlardaki "Amy Winehouse ölmüş lan." tweetlerini yakalayabildim yani. Bu tweetlerin hemen ardından testi tweetlerini bekledim. Allah'a şükürler olsun beni yanıltmadı tweetdaşlar. Durdum durdum "Lan kimse şehitlerle karşılaştırmadı bu ölümü." diye düşündüm ki hemen ardından geldi birkaç karşılaştırma tweetleri. Bunların içerisine serpiştirilmiş ölüm üzerinden espriler. Uyuşturucu üzerinden espriler. Bari ölümle ilgili espri yapmayın yakarışları. O'na diğer tarafta mutluluk dileyen güzel insanlar. Falan filan. Neyse ki "Amy Winehouse öldi mu? Issız acun kaldi mu..." tweetine rastlamadım. Bu yüzden biraz rahatım. Ohhh.

Benim anlamadığım hiç mi değişmez lan bir ortam. Hep mi aynı şeyler yaşanır? Yani tamam bunlar olabilecek şeyler ama sırası bile değişmiyor be birader. 27 yaşındaki kadın ölmüş. Ben bunu düşünüyorum saatlerdir. 27 yaşındaki bir kadın ölmüş lan. Hem de öldürülmemiş lan. Ölmüş lan. Ölü bulunmuş lan. Geri zekâlı mısın oğlum lan? 27 yaşında lan. Niye ölür 27 yaşındaki kadın lan? Neden lan? Niçin lan? Ne eksikti lan? Ne fazlaydı lan? Ben en iyisi biraz daha düşüneyim lan. Ne yapmaya çalıştığımızı anladığımda belki size dönerim lan.

Random güler misin sevgilim




















Arkasını bana dönmüştü. Son söylediği “Artık senden hiçbir şey duymak istemiyorum.” cümlesi kulağımda yankılanıyordu. Ne diyeceğimi bilemiyordum. İşleri daha da kötüye sürükleyeceğimden korkuyordum aslında. Ve işte tam o anda aklıma bir şey geldi. “Random gülelim mi sevgilim, random?” dedim. Sesim odada yankılanıyordu sanki “Ran-ran-ran-dom-dom-dom…” Hâlâ konuşmuyordu ve hâlâ arkası dönüktü bana. İçimden “Konuşsana artık Allah’ın cezası.” diyordum ki bir anda kafasını bana doğru çevirdi ve “asadşlksadfşlkjda” dedi. O anda ne yapacağımı şaşırmıştım ve ağzımdan sadece şunlar döküldü: ”jkdfsklsjskldfjsdkla” Yanıma geldi daha sonra. Ona sarıldım. Sanki ona sarılınca her şey boşmuş gibi geliyordu. Tek gerçeğin o olduğunu düşünüyordum. “dfskl şdskfdsş saddas?” diye sordu. “adslişadsliad” dedim. Hoşuna gitmiş olacak ki daha bir sıkı sarıldı bana. Tam olarak hatırlamıyorum ama dakikalarca öyle kaldık. Bu güzelliği bozan telefonun sesiydi. Telefonu açtım. Arayan en yakın arkadaşım Serkan’dı. Ne yaptığımı sordu. Ortamın ağzına sıçtığını söyledim ve kapatırken “salaksalaksalaksalak” diye de ekledim. Telefonu kapattıktan hemen sonra zil çaldı bu sefer. Kapıyı açtım. Kapıcı Remzi abi çöpleri almaya gelmişti. Evde olmadığımı sandığını söyledi ve “hahahaha” diye güldü. Remzi abiye saçmalamaması gerektiğini ve random güldüğümüzü söyledim. Biraz bozuldu ama zorla da olsa “adsşlkadsşladskşla” dedi ve gitti.
Onunla baş başa kalmıştık yine ama az önceki romantik ortam gitmişti sanki. Karnının aç olup olmadığını sordum. Açmış amına koyayım. Evde yiyecek hiçbir şey olmadığını söyledim utanıp sıkılarak ama dışarıdan sipariş verebileceğimizi söyledim. O da kabul etti. Telefonu elime aldım ve 4379834273948743289 numaralı yeri aradım, kimse açmadı. “Sayıları da random çevirdin hayatım.” dedi. Güldük ikimizde ldkasldklşkadksfjlasdlkjlkas. Hâlâ da gülüyoruz dlkadsşlkadsşladskş. Herhâlde bir ömür boyu da buna güleriz biz. Komik değil ama güleriz. Çünkü random gülmeyi seviyoruz bebeğim biz. dskşlşlaskasşlkdsaşlka.
*Bu yazı random gülüşe saygı amacıyla yazılmıştışladskdsalşadsjladk

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Zengin Olmak Çok Parası Olmak Değildir


“Zengin: Parası, malı çok olan, varlıklı, fakir karşıtı.” TDK böyle diyor günümüzde. Paran çok olacak ya da bok olacak. Küçükken neydi peki zengin olmak? Yazıyı yazmadan önce 8 yaşındaki yeğenimi çağırıp sordum “Kimler zengindir lan?” diye “Doktorlar, iş adamları.” diye cevap verdi. “Neleri vardır bunların?” dedim. “Paraları, pulları, evleri, arabaları vardır.” dedi. Haklı çocuk, doğru da söylüyor fakat bence küçükken öyle değildi zengin olmak.
 

 


Herkesin bildiği gibi bizim çocukluğumuzda zengin olmanın ilk şartı Pringles yemekti. Herkes yiyemezdi Pringles’ı. Normal insanlar nadir yerdi fakat zenginler 3 öğün Pringles yiyormuş gibi gelirdi. Şimdilerde bakıyorum da “Neden o zaman çok pahalıydı lan Pringles?” (Bkz: Magnum)
 


Hiç unutmuyorum bir gün anneme sormuştum “Anne Ali amcalar fakir mi?” diye. Annem de “Yok değil. Bizim gibi.” demişti fakat ben hâlâ kendi içimde onların fakir olduğunu düşünüyordum. Neden mi? Çünkü, kumandalarında azıcık tuş vardı. Evet. Ali amcaların kumandalarında az tuş var diye onlar fakirdi. Bunu hiçbir şey değiştiremezdi. İsterse villaları olsun, isterse limuzinlere binsinler onların kumandalarında az tuş vardı.
 


Biz küçükken bilgisayarlar yaygın değildi bu kadar. Bilgisayarı olan eve gittiğimizde ne yapacağımızı şaşırırdık. Biz ataride Soccer, Tsubasa oynayarak sahayı baştan sona 30 dakikada katederken adamlar çatır çatır Fifa 97 oynuyordu. Biz de belki onların evine gideriz de onlar oynarken hız tuşuna basarız diye bekliyoduk. Neticede onlar zengindi abi.


Bu neden böyledir bilemiyorum ama mavi saplı çatallar, kaşıklar, bıçaklar zenginliğin simgeleriymiş gibi gelirdi bana küçükken. Hatta ellerinde mavi saplı bıçaklar, kaşıklar, çatallar birbirleriyle şakalaşıyorlar, oynuyorlar…

İşte bu ve bunun gibi bir sürü şey vardı küçükken zengin olmanın ölçütü. Şimdi sizden bir şey isticem bu yazıyı okuyanlar Acaba sizin küçükken zenginlik ölçütünüz neydi bu yazıyı okuyanlar?

OKUYUCU YORUMLARINDAN EKLENENLER


Bianchi bisikleti olanlar
 

36'lı Monami pastel boyaya sahip olanlar


Doğan SLX'e binenler (Halkın genelinde Şahin varken)

 


LC Waikiki giyenler



Kivi yiyenler
 
Evinde 2. kata çıkan merdiveni olanlar
Furby'si olanlar
 

Siyah spor ayakkabısı olanlar
Action Man'i olanlar

Desenli peçeteye sahip olanlar
Metal kutuda Faber Castell boyaya sahip olanlar
 

Işıklı spor ayakkabısı olanlar
 
 
Yazın tatil için yazlıklarına gidenler
 
Amcası, halası, dayısı, teyzesi Almanya'dan çikolata getirenler
 
 
Barbie evi olanlar
 
Akülü arabası olanlar

13 Temmuz 2011 Çarşamba

Özür Dilerim Sümbül Teyze




















Efendim birçoğunuz biliyor ki benim adım Emre. Emre isminin anlamını merak ediyorsanız söyleyeyim. Emre âşık, sevgili, müptela anlamlarına gelen bir isim. Kökenine inmek gerekirse eğer "amramak" yani "sevmek" fiiline gidiyoruz. Amrak da "sevgili, âşık" anlamlarıyla karşımıza çıkıyor. Tabii bizim bu isimler sürekli değişe değişe geldiği için amrak da yamrak, amrag, emrak evrelerini atlatmış Emre olana dek. Yani birisi yamrak evresinden sonra "Buna bundan sonra yarrak diyelim lan." dese şu an bu yazıyı yazmak yerine ağlıyo olurdum herhâlde.

Bu ismi bana buradan teşekkürlerimi sunduğum abim ve ablam koymuş fakat son ana kadar ismim Behlül olacakmış. Mahallemizin sözü dinlenen teyzelerinden Sümbül teyze "Kur'ân da geçiyor, Behlül koyun bence." demiş çünkü. Sonra son anda abim ve ablam karşı çıkmış, Emre olmuş adım. Fakat olay böyle değilmiş, bu hikâyeyi ben nasıl uydurdum hâlâ düşünüyorum. Senelerdir hep kendimi kandırmışım. Bugün gerçekleri öğrendim işte. Aslında Behlül ismini annem koymak istemiş fakat Sümbül Teyze "Bizim bi tanıdığın ismi Behlül, öyle isim mi olur yahu." demiş ve annemi kararından vazgeçirmeye çalışmış. Ayrıca Behlül ismi Anadolu'da Veli'den sonra koyunlara en çok koyulan isimlerden biri. "Behlül ismi ile yaşanır mı?" diye düşünüyor insan, hele ki 2010 yılında yaşanır mıydı?

Neyse bu yazıyı yazmamın amacı ne Emre isminin anlamından bahsetmek, ne kökeninden bahsetmek, ne ablama, abime teşekkür etmekti. Bu yazının tek amacı senelerce suçladığım Sümbül teyzeden özür dilemekti. Herkesin önünde senden özür dilerim Sümbül teyze. Duydum ki yaşıyormuşsun. Allah uzun ömürler versin sana Sümbül teyze.

6 Temmuz 2011 Çarşamba

Fark etmez

















Sanırım bundan tam bir sene önceydi. Fırına gitmiştim ekmek almak için. Benden önce 10-11 yaşlarında bir çocuk vardı bir şeyler alan. Üstü başı kir içindeydi. Büyük ihtimalle yakın çevrede inşaatta ya da boyacının yanında çalışıyordu. Çocuk "İki tane gözleme verir misiniz?" dedi. Fırıncı kadın sordu "Neyli olsun?" diye. Çocuk tek kelimeyle açıkladı olayı "Fark etmez."

Ben o sırada içimden tekrarlamaya başladım "Fark etmez dedi lan. Fark etmez dedi oğlum. Fark etmez..." Kendi kendime düşündüm o günden sonra... Ben senelerdir bir şey alırken, "Neyli olsun?" sorusuna "Fark etmez." diyemiyorum. Neden acaba? Sadece düşünün. Siz diyebiliyor musunuz? Neden acaba?

Ben bundan sonra hep Fenerli olucam
























Mahallemizde bir Yunus amca vardı küçükken. Ben sokakta oynarken "Emre hangi takımı tutuyorsun?" diye sorduğunda "Fener." derdim her seferinde ve her seferinde eve dönüşte bana bakkaldan bir şey alırdı. Tek bir şartı vardı: Cimbomlu olacakmışım. 5 yaşlarında idim. Kabul ederdim Yunus amcanın teklifini. Eve gittiğimde suçumu bildiğim için sessizce otururdum. Konuşamazdım bile. En sonunda biri dayanamaz sorardı "Noldu?" diye. Ben de söylerdim "Ben Cimbomlu oldum." diye. Sonra abim döverdi beni. Yarın yine Fenerli olurdum.
Bir gün evde oturmuş televizyon izliyordum. Yıl 1994. Aylardan Kasım. Radyoda da Fenerbahçe'nin maçı vardı. Televizyonu bırakıp maça doğru yoğunlaştım. Yerde minderin üstünde oturuyordum. Nielsen attı, Oğuz attı, Feyyaz attı... Fenerbahçe o gün Kayseri'yi 8-1 yenmişti. O gün dedim ki kendi kendime "Ben bundan sonra hep Fenerli olucam." diye.
O günden sonra ben hep Fenerli oldum. Yunus amca yine bir şeyler aldı bana ama ben hep Fenerli oldum. 7 yaşındayken kahvede en ön sırada "Devre arası olsa da gözlerimin acısı geçse." diye beklerken de Fenerliydim ben. 10 yaşında nargile dumanından boğazımın acısı geçsin diye sürekli ayran içerken de Fenerliydim. 98 yılında Hakan Şükür 87. dakikada gol atarak durumu 2-2'ye getirdiğinde Adnan abinin biranesinden koşarak çıktığım günde Fenerliydim. O gece eve giderken hüngür hüngür ağlarken de. 2002'nin 6 Kasımı'nda teravih namazı nedeniyle maça koşturarak giderken de Fenerliydim ben, 2001'de son haftaki Samsunspor maçından önce sokaklarda bayrakla gezerken de. 2008'de Kızılay'da 100-150 Galatasaraylı cafenin çıkışında beni ve 6 arkadaşımı dövmek için beklerken de Fenerliydim ben. Onlara inat "Burası Kadıköy, burdan çıkış yok." diye bağırırken de.
Ve işte ben böyle kötü bir günde de Fenerbahçeliyim ve emin ol yarın da Fenerbahçeli olacağım. Siz üzülürken de, sevinirken de Fenerbahçeli olacağım. Siz skorlara, şampiyonluklara, kupalara âşıkken ben sadece Fenerbahçe'ye âşık olacağım. Orada, burada ya da şurada... Nerede olursa olsun, Fenerbahçe varken ben sadece Fenerbahçeli olacağım.

2 Temmuz 2011 Cumartesi

Küçükken
























-Küçükken yaşadığı mahalleye geri dönen yaşlı adam evinin karşısındaki dutluğun hâlâ orada olduğunu görünce g*t oldu.

-Küçükken pipimi sıkıp İstiklal Marşı okutturmaya çalışan abi, eğer seni şimdi bulursam çükünü kesip cebine koymazsam en adiyim.

-Küçükken hep “Ünlüler de patlıcan musakka, kuru fasulye, yeşil mercimek yemeği yiyolar mı acaba?” diye düşünürdüm.

-Küçükken hangimiz bakkal çocuğu olmak istemedik ki? Nedense bakkal cocukları da hep mütevazı tipler olmuştur bu hayatta.

-Küçükken kırmızı kalem yüzünden kıpkırmızı olan eller büyüdüklerinde insan kanı yüzünden kıpkırmızı oluyor ya bazen, acaba eksik olan ne?

-Küçükken GAP denen markayı pazar malı sanıyordum ben. Hepimizde vardı lan mahallede.

-Küçükken ayağımda saidaslarla potanın etrafında “sıtap cem şat” diye dolanırken ben onun “stop jump shot” olduğunu nerden bilebilirdim ki?

-Küçükken ne Erikli, ne Şaşal, ne zemzem. O, su tabancasının içindeki plastik kokulu su vazgeçilmezimdi.

-Küçükken masallarda çok pis yediler bizi. Kurt kızı yedi, avcı kurdun karnını kesip kızı çıkardı. Na lan bu? Sezaryen mi yapıyo bu avcı?

-Küçükken deyimleri gerçek anlamlarıyla düşünüp mal mal güldüğümüzü unutmayalım. Karnı zil çalmak hahah. Gözüne girmek zahahaha.

-Küçükken isimlerin de İngilizcesi olur diye düşünürdüm. “Acaba ismimin İngilizcesi ne?” diye sorardım kendime.

-Küçükken bisikletimle gazete dağıtırken yoldan evin kapısına gazete fırlatıp evin sahibine “Günaydın Bay Anderson” demek isterdim.

-Küçükken teletexti olan kanallar benim için harbi kanallardı. Her şeye rağmen TRT’yi hâlâ bu yüzden seviyorum belki de.

-Küçükken komşuların kumandasındaki tuş sayısı ile bizim kumandanın tuş sayısını karşılaştırırdım. “Heaa Ali amcalar fakirmiş lan.15 tuş var”

-Küçükken vücudundaki beni gösterip bu ne diye sorduğumuzda “Ben” cevabını alınca “Hehahehah sen mi?” diye gülmüşüzdür herhalde.

-Küçükken birbirine yapışık ikiz kirazları gördüğümde yüzümde oluşan gülümseme hâlâ oluşuyor fakat saflığından birçok şey kaybetmiş şekilde.

-Küçükken bir sözlüğü elime aldığımda ilk önce or*spu, p*ç, g*t gibi kelimelerin anlamlarına bakardım. Eğer varsa o sözlük kaliteliydi.

-Küçükken bisikletn zinciri attıktan sonra yerine takarken ellern kapkara olması ve bunu arkadaşa karşı bir silah olarak kullanma.Deyeyim mi?

-Küçükken top saydırırdk, biraz büyüdk ana avrat saydırmaya başladk, gün geldi kendimzi kadınlara saydırıyorz “Bu üçüncü çıktığım, şu dör…”

-Küçükken bir yazının başlığını tam ortaya yazma stresini yaşamayan çocuk yoktur herhalde. Olmadı sil. Bir de kırmızı kalem zor silinirdi.

-Küçükken sulu boyayı kâğıda sürdüğümüzde kâğıdın dalgalı bir hâl alması kadar sinir bozucu bir olay yoktu sanırım.

-Küçükken trafik canavarını gerçek bir yaratık olarak düşünenleri koruma ve kalkındırma dairesi başkanlığı.

-Küçükken anneleri yüzünden kafalarına rahat rahat poşet geçiremeyen çocuklar, büyüdüklerinde tabii ki condom kullanamazlar. Alışık değiller.

-Küçükken basketbol topunu işaret parmağında çevirebilen herkes gözümde potansiyel bir Michael Jordan’dı.

-Küçükken parmağıma ip bağladığmda birinin “Kangren olursun.” sözü üzerine ipi çözerdim.Şöyle rahat rahat parmağımın morarışını izleyemezdim.

-Küçükken defterin soluna kırmızı kalemle çizdiğim sayfa boyunca uzanan dikey çizgi biraz yamuk olsa bile dayanamaz koparırdım o sayfayı.

-Küçükken az kafam çalışsaydı bana bir şeker vererek tuttuğum takımı değiştirmeye çalışan amcaya şekeri geri verir “Bi sktir git aq” derdim.

-Küçükken az kafam çalışsaydı “Gel sen bizim çocuğumuz ol.” diyen çifte “Hiç komik değil bu yaptığınız amk. Gidin sevişin doğurun.” derdim.

-Küçükken giden kamyonetin kasasının arkasına takıldıktan sonra kamyonetin aniden hızlanmasına binaen atlayamama durumu ne fenaydı amk.

-Küçükken ağzının içine yanan kibriti sokup söndüren insanları gördükçe “Vay anasınııııı siii.” demiyodum tabii ama şaşırıyodum yine de.

-Küçükken en çok küfür ettiklerim Street Fighter’da M. Bison ya da Vega’yı alıp köşeye sıkıştırıp sürekli alttan kayanlardı.

-Küçükken çeşmeden elinle su içerken su kazağın kolundan içeri akardı ya, dur ağlama beni de ağlatıcaksın.

-Küçükken düğünde kim evleniyomuş falan s*kimde değildi. Ben bana düşen pasta miktarına bakardım, bir de dandik markalı meyve suyuna.

-Küçükken içinde taso var mı yok mu diye cipslere dokunarak bakmamıza izin veren bakkallar vardı. -Oğlum aşşadaki bakkal elletiyomuş. +Oha.

16 Haziran 2011 Perşembe

Blogum




















İnternet'te kendimi evimde hissettiğim tek yer burası. Blogspot. Yazdıklarım ciddi çünkü burada. Yaşanmış ya da yaşanması mümkün olan şeyler. Gerçek olan ya da gerçek olabilecek şeyler. Twitter'da da yazıyoruz ama çoğu zaman komik olacağız diye saçmalıyoruz. Burada tek başınasın.Burda kankalar, kardeşler yok. DM yok. RT yok. Yazılanlar okunuyor büyük ihtimalle ama yorum yapan pek yok. Bu da insanı rahatlatıyor bence sanılanın aksine. Buradan uzun bir süre ayrı kaldım. Şimdilerde yeniden burdayım. Hatta sık sık burdayım. Hatta pek pek burdayım.

Yeri gelmemişken bir iki şey söyleyeyim... Kütüphaneler çok güzel yerler dostlar. Gidin bir bakın. Cidden çok güzel yerler. Ders çalışmayın, kitap okumayın isterseniz ama gidin bir kokusunu alın. Sonra tekerleklibavul dediydi dersiniz. Geç tanıştım ben kütüphanelerle. İlk kez sebepsiz yere bir kütüphaneye gittiğimde Nazım Hikmet'in kitabını bitirdim. Bütün şiirlerini art arda okudum. Nazım Hikmet'i sevdim ben kütüphanelerde. Bugünlerde ders çalışmak bahanesiyle gidiyorum her gün. Oturup odama kapanıp da çalışabilirdim ama aldım bir kere kütüphanelerin tadını. İşte böyle, bu yazdıklarımı da neden yazdım bilmiyorum ama yazasım geldi amk. Takmayın kafanıza... Burdayım bundan sonra... Ha bir de yazıyı okuduysan sağ üstteki "İzle"ye de basarsın artık...

Nikon D200'cük
















“Hazır yeri gelmişken söyleyeyim dedim. Hep yerini bekledim yani söylemek için. Ya aslında normalde de söylerdim de söyleyesim gelmiyordu. O zaman söylüyorum. Ben düşürdüm fotoğraf makinesini…”

6 Hafta Önce:

-Abi bize bir fotoğraf makinesi lazım.

+Ne için oğlum?

-Bak tam mezuniyet dönemi. Millet kepupakep gezerken ortalarda çekicez fotoğraflarını, sonra da parayla satıcaz.

+Alırlar mı ki lan?

-Abi kızlar fotoğraf için götünü bile verir.

+O zaman bizim Ece de profesyonel bir şey var. Alırız ondan.

Plan güzeldi. Ödünç bir fotoğraf makinesi. Çekilen fotoğraflar ve gelsin paralar. Ece, Ali’ye olan hayranlığından dolayı bir saniye bile düşünmedi fotoğraf makinesini vermekte. Plandan 2 gün sonra elime geçti makine. Nikon D200 imiş. Üzerinde bir sürü tuş vardı. Kapalı ortamda bir iki foto çektim. Bilgisayara attım. Süper fotoğraflar. “Bu kapalı ortamda böyleyse, dışarıda anasını bile siker.” diye düşündüm. Bütün gün odada anlamaya çalıştım makineyi.
Sonraki gün Ali’yle çıktık kampüse. Herkes potansiyel bi Cüppeli Ahmet Hoca. Neyse girdik aralarına insanların. Çatır çatır çekiyoruz fotoğrafları. Millet bize bakıp bakıp gülüyor. Biraz Ali çekiyor, biraz ben. (Fotoğraf) Neyse her şey böyle sürerken günün sonuna geliyoruz. Fotoğrafları güzel bir paraya satıyoruz. Güneşin altında sikildiğimize değiyor. Sıkıldığımıza yani. Tam yurda dönücez. Ali “Gel moruk, güzel bir yemek yiyelim.” diyor. Kabul ediyorum. Aslında Ali’nin güzel yemekten kastının pahalı yemek olduğunu biliyorum. Giriyoruz bir yere. Üst kata çıkıyoruz. Üstümdeki ceketi çıkaracağım sırada kolumu öyle bir savuruyorum ki kolum bir yere çarpıyor. Saniyelik düşüncelerle “Peçeteliği düşürdüm, limonluğu düşürdüm, tuzluğu düşürdüm… Galiba makineyi düşürdüm lan…” Ağzımdan sadece bir “Ananı sikeyim” çıkıyor. Makine baya bir uzağa gitmiş, yerden öylece bakıyor bize, ben Ali’ye, Ali bana, Ali makineye, sonra hepimiz makineye… Ali gidiyor makineyi masaya getiriyor. “Kolunu sikeyim senin.” diyor. “Oğlum ya sana çarpsaydım da sen düşseydin yere, boş ver boş ver cana geleceğine mala gelsin demek isterdim ama oğlum ne yarak yicez lan biz şimdi? Nasıl ödücez parasını? Açılmıyo deme? Açılmaz amk. Kolumu sikeyim harbiden. Kesicem atıcam… Oğlum mezun oluyoruz zaten. Toplayıp bavulları kaçalım lan.” derken düşünüyoruz saatlerce… Sonunda ben olayı Ali’ye kapatıyorum. “Ece sana bir şey demez lan. Anasını siksen gıkını çıkarmaz. Kız deliler gibi âşık sana…”

Aradan günler geçiyor. Olay aynen dediğim gibi gerçekleşiyor. Ece, Ali’ye kızmıyor. Belki kızıyor ama belli etmiyor. Makine tamir edilemiyor. Ece ile Ali arasında bu olay yüzünden bir yakınlaşma oluyor…

“Ben düşürdüm diyorum makineyi. Ali düşürmedi. Fotoğrafları çektiğimiz gün kolum çarptı, masadan düşüp sürüklendi…”

-E biliyorum zaten ben bunu Serkan.

+Nasıl biliyosun ya?

O anda Ali’nin amına koymak istiyorum. “Sen ne pezevenk bi çocuksun lan. Hani söylemek yoktu asla. Hani ben zamanı geldiğinde söyleyecektim. Yavşaksın oğlum yavşaksın. Kız yüzüne gülünce yavşadın hemen. Adam değilsin lan.” Hemen Ali’yi arıyorum, açmıyor. Mesaj atıyorum. Az önce içimden geçirdiklerimin aynısını yazıyorum. Cevap geliyor yarım saat sonra. “Sor bakalım Ece’ye senin yeni aldığın makineyi beğenmiş mi?” O anda ekrana bakıyorum. Ekran bana bakıyor. Ben yere düşen makineye bakıyorum. Cüppeliler bize gülüyor. “Bize bir fotoğraf makinesi lazım.” diyorum ve ardından mesaj yazıyorum “Kardeşimsin lan kardeşimsin de o kadar parayı nasıl buldun göt?”