22 Temmuz 2017 Cumartesi

Külahsız Galata Kulesi

            Yağmurun bile yağmaktan sıkıldığı bir İstanbul ikindisinde, dükkânın önünde aylak aylak oturuyordu Ragıp. Yağmur sularının içindeki engellere rağmen ilerlemekte inat eden bir süpürge otunu izliyordu. Önündeki büyük taşı da atlatırsa müşkül yolculuğuna uzun bir süre engelsiz devam edecekti süpürge otu. Taşı itmek için ayağa kalktığı sırada karşı dükkânın sahibi Hayri amca ile yüz yüze geldi. Hayri amca her gün olduğu gibi “Ben ikindiye gidiyorum oğlum, gelene kadar göz kulak oluver dükkâna.” dedi. Ragıp da elini kalbine götürüp “Başüstüne” dercesine kafasını aşağıya doğru eğdi. Bu ikindi ritüeli bittikten sonra yeniden süpürge otunun olduğu yere doğru yöneldi Ragıp. Fakat süpürge otu büyük taşın arkasında değildi artık. Suyun akış yönüne doğru görebildiği son noktaya kadar baktı. Ne yazık ki kendisine haber vermeden yoluna devam etmişti süpürge otu. Bu olayın burukluğuyla dükkânın önündeki süpürgeden bir ot koparıp, büyük taşın arkasına koydu. Ardından da taşı yana doğru itti.

            Darbeden yeni çıkmış bir ülkenin, en kalabalık şehrinin, en popüler semtlerinden birinde esnaflık yapıyordu Ragıp. İstanbul’un yerlilerinden değildi kendisi. Yirmi yıl önce göç etmiş bir ailenin en küçük çocuğuydu. Babasının vefatından sonra bakkaliyenin başında o duruyordu. Herkes tarafından sevilen, hakkında kötü söz duyamayacağınız insanlar vardır ya hani, işte Ragıp da onlardan birisiydi. Sabahın erken saatlerinde dükkânı açar, akşam ezanından sonra kapatırdı. Sorulmadıkça konuşmaz, bakılmadıkça selam vermezdi kimselere. İnsanlar onun bu sessizliğinin sebebini merak eder, kimi zaman kendi aralarında bunu tartışırlardı. Hatta dayanamayanlar bunu Ragıp’a sorarlardı fakat hiçbir zaman tatmin edici bir cevap alamazlardı.

            Ragıp yalnız başına oturduğu zamanların büyük çoğunluğunu hayal kurarak geçirirdi. Fakat hayalleri gerçekleşse, onlara sıkı sıkı sarılacağından şüpheliydi. Hayallerine bu kadar bağlı bir insanın, değişimlere kapalı oluşu da ruhundaki tezatlığı ortaya koyuyordu. Bakkaliyenin eski görünümü konusunda arkadaşlarından aldığı eleştirileri umursamıyordu misal. Kestirme yol açılmasına rağmen her gün eve eski yoldan gidiyordu. Değişimlere karşı değildi aslında, sadece kabullenmesi biraz uzun sürüyordu.

            Son günlerde kulağına gelen bir duyum Ragıp’ın sessizliğine sessizlik katmıştı. Çevresindekilerin “piyango” diye adlandırdığı bu duyum, onu ise içten içe tedirgin ediyordu. Galata Kulesi restore edilecek, içine tesisler yapılacak ve halkın ziyaretine açılacaktı. Bu demek oluyordu ki her gün Galata’ya yüzlerce kişi ziyarete gelecek ve esnafın yüzü gülecekti. Bu duyumu “piyango” olarak adlandırmalarının da sebebi buydu. Ragıp ise sürekli düşünüyordu. Restore sırasında ters giden şeyler olacak ve Galata Kulesi artık olmayacaktı. Diyelim ki restore başarıyla tamamlandı, bu sefer de kuleyi ziyarete gelen insanlar Galata Kulesi’ne kalıcı zararlar verecekti. Biliyordu Ragıp, geçmişte Galata Kulesi’nde defalarca yangın çıkmıştı. İşte şimdi ziyarete gelen insanlar bir yenisini daha çıkaracaktı. Kulenin sekizinci katına gece kulübü yapacaklarmış. Amaçları besbelli kuleyi yok etmekti. Hezarfen Ahmet Çelebi’nin Galata’dan Üsküdar’a doğru süzüldüğü efsanesini düşünerek, her gün kuleye en az bir kere bakıp Üsküdar’a doğru süzülmeyi hayal eden Ragıp, içindeki bu tedirginlikleri insanlara yansıtmadan, sanki duyumdan hoşnutmuş gibi, Galata Kulesi’nin konusu her açıldığında sadece gülümsüyordu.

            Duyum bir süre sonra gerçeğe dönüştü. Galata Kulesi’nin etrafına iskeleler kuruldu. İçinden sürekli makine sesleri duyuldu. Restorenin maliyetine dair gazetelerde bir sürü şey yazıldı. İçine asansör takılacak denildi. Avrupa’dan asansör beklenildiği konuşuldu. Yapılacak olan gece kulübünün, kulenin doğasına ne kadar uygun düşeceği tartışıldı. Tüm bunlar yaşanırken Ragıp artık endişelerini saklayamaz olmuştu. Çevresindekilere sürekli yapılan çalışmaları kötülüyordu. Her konuşmayı döndürüp dolaştırıp kuleye getiriyordu. Dükkânın camına tepkisini dile getiren yazılar ve fotoğraflar asmıştı. Arkadaşları nasıl önceden Ragıp’ın sessizliğine anlam veremiyorlardıysa, şimdi de gereksiz buldukları bu tepkisine anlam veremiyorlardı. Onu rahatlatmaya çalıştılar sürekli. “Para toplayıp psikoloğa götürelim şu çocuğu.” diyenler de oldu, “Bir hocaya okutup üfletelim.” diyenler de. Dükkânına müşteri olarak gelen, hiç tanımadığı insanlara bile bu konuyu açtı. Sessizliğiyle meşhur Ragıp, adeta sessiz kaldığı günlerin acısını çıkarıyordu. Esnaf, teşekkürlerini iletmek için belediye başkanını ziyaret edeceği zaman onu da çağırdı. O sohbette Ragıp’ın ilk kez küfür ettiğine şahit olanlar oldu. Gerçi sonradan gitmediğine pişman oldu Ragıp. “Keşke gidip de yüzüne karşı sövseydim.” deyip durdu.

            Kulenin restore edilişi uzadıkça halk arasında “Kulenin yıkılması an meselesiymiş. O yüzden durdurmuşlar çalışmaları.” gibi birtakım dedikodular yayılmaya başladı. “Asansörün altında iki işçi kalmış. Belediye saklıyormuş. Avrupa eski asansörü yollamış buraya.” diye konuşanlar bile vardı. Çevresindeki insanlar tüm bu dedikodulardan Ragıp’ı uzak tutmak istediyse de Ragıp’a bu dedikodular bir şekilde ulaştı.

            Ragıp bir cuma günü dükkânda mal dizerken aşçı Hüseyin’in çırağı “Ragıp abi, Ragıp abi, kuleye şapka dikiyorlar.” diye bağırarak içeriye girdi. Bu, o gün yaşanacak olayların fitilini ateşledi. Ragıp bunu duyunca hemen dükkândan çıkıp kuleye doğru koşturdu. Meydana geldiğinde gerçekten de kuleye külah yerleştirilmekte olduğunu gördü. Ragıp dışında bütün Galata esnafı oradaydı. Ragıp’ın geldiğini görünce herkes kuleye bakmayı bırakıp ona doğru çevirdi kafasını. Sadece onun gözü kuledeydi. Ellerini ağzının iki yanına götürerek “O. çocukları” diye bağırdı. Ardından bağırmaya devam etti “Size diyorum kuledeki o. çocukları.” Arkadaşları yanına geldi o sırada. Ragıp’ı sakinleştirmeye çalıştılar. “O ne lan Karagöz’ün şapkası gibi? O külah var ya hepinize girsin hepinize.” diye bağırmaya devam etti. Susacak gibi durmuyordu Ragıp. Kuledekiler onu duyuyordu fakat onunla muhatap olmuyorlardı. Ragıp’ın koluna girdi etrafındakiler. “Sizi de s.kicem. Bırakın beni.” diye bağırdı Ragıp onlara. Kuleye doğru koşturmaya başladı. Esnaf da peşinden koşturuyordu. Ragıp çalışmalar için yapılmış, girişteki yarım metrelik çukuru görmedi koştururken. Ayağı boşluğa denk gelince, dengesini kaybedip düştü ve kafasını yere çarptı…

            Bir süre hastanede bilinci kapalı şekilde yattı Ragıp. Kendine gelip konuşmaya başladığı ilk zamanlar annesine “Kule halka açıldı mı?” diye sordu. Annesi başını olumlu anlamda sallayınca tam olarak orada kararını verdi Ragıp. Yataktan kalktığında yapacağı ilk iş kuleyi ziyaret etmek olacaktı. Şöyle bir düşündü kendi kendine “Neden bir Hezarfen de o olmasındı ki?”

15 Temmuz 2017 Cumartesi

Yanlız Yalnışlar

“Bağlaç olan da / de ayrı yazılır aşkım. Lütfen uyan artık. Haydi kendine gel. Bağlaç olan ki ve soru eki olan mi de ayrı yazılır. Sana diyorum Emre. Hey siz de bakmayın öyle. Hiç kimsenin yanında yazım kılavuzu yok mu? Telefon. Şarjım yok. Şarjı olan birisi TDK’nin sitesine girebilir mi? Şarz değil bak, şarj. Aşkım uyan. Yalvarıyorum sana. Herkez değil aşkım, herkes. Son harfi ’s’. Lütfen kendine gel.”

Her şeyi duyuyordum. Sevgilimin çığlıklarını, etraftaki insanların kendi aralarındaki konuşmalarını, trafiğin sesini duyuyordum. Yine de ne gözlerimi ne de ağzımı açabiliyordum. Hoşuma gidiyordu aslında bu durum. Sanırım keyfini çıkarıyordum. Neyin mi?

Aslında her şey bundan 18 yıl önce başladı. Annem ve babam çalıştığı için ben okuldan çıktıktan sonra onlar gelene kadar babaannemde kalırdım. Bir akşam evimize gelen bir telefonla babaannemin hastaneye kaldırıldığını öğrendik. Ardından öldüğünü söylediler bana. Çocuklar ölüme ne kadar üzülebiliyorsa o kadar üzülmüştüm ben de. Artık okul çıkışlarında anneanneme gitmem gerekiyordu. Babaannem ile anneannem aynı mahallede oturduğundan benim için fark eden bir şey olmamıştı. 

Yine bir okul çıkışı anneannemin evindeyken elektrikler kesilmişti. Ödevlerimi bitirmiş, ardından eski kitaplıktaki kitaplara bakıyordum. İşte hayatımın sonrasını şekillendiren hamleyi o gün yapmıştım. Kalın bir yazım kılavuzunu kitaplıktan alıp okumaya başlamıştım. 9 yaşındaydım daha. Yazım kurallarının olduğu yeri anlamayarak okuyordum ve işin garibi bırakamıyordum. Anneannemden kitabı eve götürmek için izin istedim. Annem ve babam kitabı görünce “Sen yeter ki oku da, ne okursan oku.” dediler. Ben senelerce yazım kılavuzunu zaman zaman açıp okudum. Okulda yeni şeyler öğrendikçe yazım kılavuzu daha da anlam kazanıyordu. Lisede edebiyat öğretmenimle “doküman”ın doğru yazımı hakkında iddiaya girip kazandığımda öğretmenim doğru yazımını nereden bildiğimi sormuştu. “Yazım kılavuzu okuyorum.” dediğimde sınıftakiler taşak geçmişti bu cümlemle günlerce. 

Bir süre sonra yazım kuralları bende takıntı hâline gelmişti. Karşımdaki insanın “dinazor” dediğini duyduğumda ona doğrusunun “dinozor” olduğunu söyleyene kadar söylediği hiçbir şeyi dinleyemiyordum. Onun boş bir sayfaya yüzlerce “dinazor” yazdığını düşünüyor ve iyice çıldırıyordum. Tabii insanları uyarmak her zaman kolay olmuyordu. Bunun için birtakım teknikler geliştirmiştim. Karşımdaki “sarmısak” dedikçe, ben cümlesinin büyük bir kısmını tekrarlayıp “sarımsak” diyordum. Karşımdaki “ünvan” dedikçe, ben aynı şekilde defalarca “unvan” diye tekrar ediyordum. 

İnternetle haşır neşir olmaya başladığım dönemlerde TDK’nin tutarsızlıklarını bulup her gün onlara e-posta atıyordum. Yeri geliyor TDK’ye trip de atıyordum. Kısaltmalar dizininde numara kelimesinin kısaltmasını “nu.” yazmalarına rağmen, ana sayfadaki adreslerinde “no.” olarak kullanmaları kanıma dokunuyordu adeta. Eto’o adlı futbolcunun adındaki kesme işaretine benzer işaretin adının “Eto’o kesmesi” olması teklifime cevap verilmemesi bende derin yaralara sebebiyet veriyordu.

Üniversiteye başladığım ilk senemde “yazılı anlatım” dersinin hocası yazım kılavuzundan sınav yapacağını söylediğinde sevinçten yumruğumu sıkmıştım. Siz sinirlendiğinizde yumruğunuzu sıkarsınız ya hani, ben genelde sevinçten sıkarım. Nitekim sınavdan tam puan aldığım için hoca beni özel olarak odasına çağırmıştı. 7 yıldır bu dersi veriyormuş ve bu sınavda ilk kez hiç hata yapmayan bir öğrenciyle karşılaşmış. O da bana bunun sebebini sormuştu. Ben yine lisedeki gibi “Yazım kılavuzu okuyorum.” demiştim. O ise bana bir anasonlu şekeri hak ettiğimi söylemişti.

Seneler geçtikçe yazım kuralları takıntıdan hastalığa doğru ilerlemişti bende. Beklemediğim kişilerin yaptığını gördüğüm yazım yanlışları ağlamama sebebiyet vermeye başlayınca yakın çevrem psikoloğa gitmemi önermişti. Günler öncesinden randevu aldığım psikoloğun kapısındaki kâğıtta “Kendini akıllı sanan herkez aptaldır.” yazısını görünce “z” harfini tükenmez kalemle “s” yapıp eve dönmüştüm. Benden önce onu hiç kimsenin neden düzeltmediğini düşünüp üzülmüştüm. 

Bazı sevgililerim her zaman yanımda oldu bu konu hakkında, bazıları terk etti. Hatta bir tanesi gitmeden önce spreyle evimin duvarına kocaman direkt yazıp sondaki “t” harfinin üzerine çarpı koymuştu. Öğretim üyelerine yaptığı sunumun ortasında “Aşkım direk yazmışsın. Direkt olacak o. Dün akşam söylemiştim ya.” diye bağırdığım için böyle bir eyleme başvurmuştu. Sunumun sonunda söz alıp söyleyebilirdim bunu. Hatamı kabul ediyorum.

Şu anki sevgilim bu konuda beni destekliyor. Zaten “direkt vakası”ndan sonra sevgili seçerken en büyük kriterim de yazım kuralları oldu. Evimin karşısına yeni açılan dükkânın tabelasında gördüğüm bir yazım yanlışı yüzünden ağladığım zaman benimle birlikte ağlamıştı. Dükkânın sahibine yanlışı düzeltmesini söylemek için dükkâna gittiğimde o da yanımda gelip adama atarlanmıştı. Yeni gittiğimiz şehirlerde benimle birlikte kuru yemişçilerin tabelalarına bakıp “Yine ‘kuruyemiş’ yazmışlar. Yine bitişik.” diye somurtması da doğru bir seçim yaptığımı gösteriyor bence.

Bazı arkadaşlarım da bu takıntımdan faydalanıyor. Özellikle blog yazanlar yazılarını yayımlamadan önce son olarak bana okutturup yazım yanlışlarını düzelttiriyorlar. Bazıları atacakları tweet’leri, güncelleyecekleri durumlarını önce bana gönderiyorlar. Birçoğuna cevap olarak TDK’nin internet sitesini yollasam da, kıramadığım insanlar da oluyor. 

Peki ben bu hastalık boyutuna varan takıntı olayından memnun muyum? Buna “Evet” ya da “Hayır” diyemiyorum. Bazen bıktığım ve bu durumdan sıkıldığım zamanlar oluyor. Hatta bir keresinde ajandamın boş bir sayfasına defalarca “Yanlız yalnışları görmekten vazgeçmeliyim.” yazmıştım. 15 dakika sonra o sayfayı ve belki arkadaki sayfalarda da cümlelerin izi çıkmıştır diye 3-4 sayfayı koparıp çöpe atmıştım.

Demem o ki, sanırım ölene kadar böyle bir insan olarak kalacağım. Yine de belli olmaz. Belki yaşım ilerledikçe kendiliğinden sönüp gidecek her şey ya da yaşlılığın getirdiği huysuzlukla insanlara karşı daha kırıcı olacağım. Bilemiyorum. 

Sonunda gözlerimi açabiliyorum. Sevgilim bana sarılıyor. “Beni çok korkuttun aşkım.” diyor. “Benim yüzümden mi oldu?” diye soruyor. Ona gülümsüyorum. “Hayır.” diyorum. Parmağımla caddenin karşısını gösteriyorum. Çünkü caddeye yeni açılmış dükkânın camında büyük harflerle “KARDEŞLER KURU YEMİŞ” yazıyor. Kapısında muhtemelen dükkânın sahibi duruyor. Sevgilim var gücüyle “Senin bu ülkeye dair umutlarımızı yeşertmeye ne hakkın var adam?” diye bağırıyor.

2016-Aralık

12 Temmuz 2017 Çarşamba

ADABCAD

1.0.1

Bu yazı nefretlerimden başlayıp sevdiklerime doğru yol alacağım bir yazı olacak. Nefretlerimin ne kadar ciddi, sevdiklerimin ise ne kadar minnoş olduğunu okuduğunuzda benim de ne kadar minnoş bir varlık olduğumu öğreneceksiniz. Ayrıca düşüyor mu böyle bilmiyorum ama neyse bi deneyelim bakalım.

2.0.1

Bazen insanlar bana soruyorlar “Nelerden nefret edersin?” diye. Bir sürü şey sayabiliyorum artık. Eskiden böyle değildi. İnsan yaşlandıkça nefret listesi kabarıyor sanırım. Yaşlı insanların huysuzluklarının sebebi de buradan geliyor olsa gerek. İnsanlar, nesneler, olaylar, hatta bazı hayvanlardan bile nefret eder oldum. Çita yavrularını öldürdükleri için aslanlara kötü gözle bakıyorum artık. Kartalların kuzuları uçurup kayalıklara fırlattığı belgeseli izledikten sonra gizli bir kartal düşmanı oldum. Gördüğüm yerde boğazına sarılırım. Düşünsene hep uçmayı hayal eden bir kuzusun ve bir gün bir bakıyorsun bu hayalin gerçekleşiyor ve ardından hemen ölüyorsun. Siktir git yılan avla. Hatta kaplumbağalara bile razıyım. Ama kuzulara dokunma lütfen kartal. 

2.0.2

Siz düşündünüz mü bilmiyorum ama ben ne tür insanlardan nefret ettiğimi sürekli düşünürüm. Muhakkak çevrenizde vardır, bir konu açıldığında her şeyin en iyisini bildiğini iddia eden o kişi. En güzel yemeğin nerede yenileceğini o bilir, en güzel sinema salonunun hangisi olduğunu da o bilir, dinlemeyi o gruptan sevdiğiniz şarkının aslında başka bir grup tarafından daha iyi söylendiğini de iddia eder çoğu zaman. Aynı kişi bir etkinlik planı oluşturma aşamasında hemen ipleri eline alarak bütün sorumluluğu üstlenmek ister. Sonunda yüzde doksan sıçar. Var değil mi böyle insanlar çevrenizde? Tamam, siz değilsiniz biliyorum. Umarım sizsinizdir. Ve azalarak bitersiniz. 

2.0.3

Bakın biz sakin insanlarız. Bizim üzüntülerimiz, sevinçlerimiz bile sakindir. Abartı gelir bize çoğu hareketler. Hatta sırf bu yüzden bizim yeteri kadar sevindiğimizi ya da üzüldüğümü düşünmez insanlar. Onlar ister ki aylardır almak istediğimiz o haberi aldığımızda sevinç çığlıkları atalım. Ama biz çoğu zaman sadece gülümseriz. Onlar ister ki hayatımızı paramparça eden o olay gerçekleştiğinde sinir krizleri geçirip üzüntüden ölelim. Ama biz çoğu zaman sadece sessiz kalırız. İşte bu yüzden onlar bizi anlayamazlar. 

3.0.1

Şimdi biraz da sevdiklerimden bahsetmek istiyorum. Bu hayatta nefret ettiklerimdense sevdiklerim daha çok çünkü. Mesela dünyanın en güzel aburcuburu Probis değil mi? Bence öyle. Elimde olsa bütün dünyaya Probis ısmarlamak isterdim. Yanında da bir bardak süt.

3.0.2

Gergedanları sever misiniz? Ben çok severim. Bana aşırı sempatik gelirler. Boynuzlarını ısırasım gelir. Biraz onlara bakalım: Öncelikle bu hayvanların derileri aşırı kalın. Böyle bir deriniz olsa muhtemelen arkadaşınızın eline iğneyi tutuşturup “Batırsana hadi batırsana. Acımıyor bak şu an.” falan dersiniz. Bu hayvanlar aşırı hızlı koşuyorlar. Karada yaşayan en iri ikinci hayvan olmasına rağmen hepsi birer Usain Bolt. Etkileyici değil mi? Bence etkileyici. Derim o kadar kalın olsa ve o kadar hızlı koşsam ortalığın amına kordum. Çok net. Bitti mi? Hayır. Gergedan deyince aklınıza gelen ilk şey ne? Tabii ki boynuz. Kocaman boynuzu da var bunların. Hatta bazılarının boynuzları. Bi saplasa sabaha kadar “Götüm götüm” diye gezersiniz ortalıkta. Çok ciddiyim. İşte sorum geliyor: “Bu kadar güçlü olmalarına rağmen aga bu hayvanlar neden ot yiyorlar amk? Yürü git sağa sola sapla boynuzu, öldür herkesi. Tamam hayvan öldürmeye karşısın. Anlayabiliyorum. Bari git öylesine birilerinin peşinden koşup korkut. Onu da yapmıyorsun. İşte tam da bu yüzden seviliyorsun aslında. Kimselere kıyamıyorsun. Biz sana kıyıyoruz. Hem de çükümüzü kaldırabilmek adına her yıl binlercenizi öldürüyoruz. Allah bizim cezamızı versin. (Kamu spotu)

3.0.3

Yaz bitti. Yazların en sevdiğim yönü erik suyudur. Gönül isterdi ki biz de beachler, clublar falan sevelim. Ama olmuyor işte, Allah bizi böyle yaratmış. Mayıs gibi yumuşamaya başlayan ve çoğumuzu hüzne sevk eden erikler aslında bir sonun başlangıcını getiriyor. Annelerin yeşil Fruko şişelerine koyup dolapta muhafaza ettiği erik suyu. Nereden aklıma geldi ki şimdi acaba? Nasıl canım çekti. Tamam konuyu değiştiriyorum. 

3.0.4

Örgün eğitimden uzaklaştığım şu günlerde eski test kitapları aklıma düştü geçen. Şimdilerde cevap anahtarları hemen testin altında oluyor. Ama eskiden öyle değildi. Kitabın son sayfalarındaydı. Ve biz bitirdiğimiz testi kontrol ederken birçok cevap şıkkını aklımızda tutmak zorunda kalırdık. ABACDC, DABACA gibi şeyler çıkardı ortaya. İşte benim en sevdiğim cevap anahtarı dizisi ADABCAD’dır. Bir insan nasıl bu kadar salakça bir şeyi sever demeyin. Kendi sevdiğiniz şeyleri düşünün. Çoğundan daha sevilecek bir şey. ADABCAD adamdır. Bunu unutmayın.

3.0.5

Yeni birisiyle tanıştığımda en korktuğum kısım anket kısmı. En sevdiğin şarkı ne? En sevdiğin şarkıcı kim? En sevdiğin film hangisi? Benim bu tip en sevdiğim bir şey yok. Kızım sorsana “En sevdiğin cevap anahtarı dizisi nedir?” diye de yapıştırayım cevabı. Bir insanın en sevdiği şarkısının olması aşırı saçma bence. Film de aynı şekilde. Şarkılar, filmler yüzlerce türü olan şeyler. Bana öyle bi anda sorulunca işte göt gibi kalıyorum. Cevap veremiyorum ya da laf olsun diye atıyorum bir şey. Sonra da dua ediyorum “Bari kızın da sevdiği bi şey olsun.” diye. Çünkü öyle düşüyor.

3.0.6

Cümlelerde kullanmayı sevdiğiniz sözcükler ya da sözcük grupları var mı? Eminim vardır. Benim en sevdiğim sözcük grubu “gerisin geri”. Pek kullanamıyorum ama kullanan insanlara bayılıyorum. Bir kadının beni etkilemesi için sadece bir kere cümlede “gerisin geri” kullanması yeterli mesela. Keşke söylemeseydim bunu. Şimdi en önemli kriterim yok olmuş oldu. Bu arada ilkokulda öğretmen parçadaki bilinmeyen sözcükleri cümle içinde kullandırırdı. Hâlâ da devam ediyor gerçi sistemin bu öğesi. Sözcük: Sürahi. Cümle: Ben sürahi gördüm. Sözcük: Raf. Cümle: Ben raf gördüm. Sözcük: Lama Cümle: Ben lama gördüm. Neyse işte sevdiğiniz sözcüklerden bahsediyordum. Ha tabii bir de kullandığınızda kendinizi havalı hissettiğiniz sözcükler vardır. Mütevellit, hummalı, kekremsi gibi. Her dile gitmez işte o sözcükler ama benim dilime gidiyor. Örnek: Karakter sınırlamasından mütevellit yazımı bitirmek zorundayım arkadaşlar. Mutlu kalın.

Ekim-2016

13 Mayıs 2017 Cumartesi

Profil resimlerinizi Nikaragua bayrağı yapabilecek kadar cesaretiniz var mı?

13 Mayıs 2014te Somada yaşanan “301 madencinin ölümüyle sonuçlanan” olayın adı konusunda karar kıldık mı? Vikipedi “Soma faciası” demiş. “Soma kazası” diyenler var. “Soma cinayeti” diyenlerin sayısı az değil. Olayın üzerinden 17 gün geçtikten sonra yazmıştım: “Bu arada Somayı unutmayalım. Lütfen. Çok kişiyi öldürdüler. Unutuyoruz gibi geliyor bana.” diye. Hep telaşlanıyorum zaten sürekli bir şeyleri unuttuğumuz için. Hadi unutmak sorun değil de aynı şeyleri yaşadığımız zaman hatırlayamamak çok acı verici.

Somadan sonra Facebookta hiç paylaşım yapmamıştım. Profiller karartılmıştı. 301 sayısı vurgulanmıştı. Takım elbiseli adamlar eleştirilmişti. “Bu işin ‘fıtratında’ gerçekten böyle sonlar var mı?” diye tartışılmıştı. Bütün o sürecin hepsini izlemiştim. Lisede dershaneye Somada gittiğim için Soma ve çevresindeki ilçelerden birçok arkadaşım olmuştu. Olaydan sonra da kendileriyle birebir konuştuklarım gerçekten çok etkilenmişlerdi. Yakınlarından, akrabalarından ölenler olmuştu. O yüzden onların acılarının yanında yapacağım paylaşımların anlamsız ve saygısızca olacağını düşündüğüm için susmuştum. Belki saçma olabilir ama hissiyatım tam olarak buydu.

Olayın üzerinden 10 gün geçtikten sonra üniversitedeki eski bir arkadaşımdan mesaj aldım. Mesajında demiş ki “Hakan merhaba, hemen hemen her konuda fikrini belirtmene rağmen Soma olayında bir Manisalı olarak fikrini belirtmedin ve hiç paylaşım yapmadın.” Mesajı defalarca okudum. Dildeki suçlayıcılığı görmem çok zaman almamıştı. Üniversiteden mezun olduktan sonra 3 yılda tek bir diyaloğa girmediğim kişi Facebooktan böyle bir mesaj atmıştı bana. Bu beni bayağı düşündürdü. İnsanlar neden böyle bir beklentiye girmişti? Yaşanan her olaydan sonra sosyal medyada paylaşım yapmadan duygularımızı içimizde yaşamak duygusuzluğumuzu mu gösteriyordu? Vereceğim cevap önemliydi. Facebookta susma sebebimi anlattım. Fikirlerimi çok merak ettiği için Twitterda yazdıklarımın ekran görüntüsünü alıp kendisine yolladım. Özür dilemiş daha sonradan. Twitter kullanmıyormuş. Cevap yazmadım kendisine bir daha. O günden beri de konuşmuyoruz zaten.

Sosyal medya hayatımıza şakalarla, komikliklerle girmişti. 2007den itibaren Facebook, 2010dan itibaren de Twitter medyada sık sık yer edinmeye başlamıştı. Ardından “Nedir bu sosyal medya?” temalı yüzlerce program çekildi. Yüksek takipçili hesap sahipleri bu programlara çağrıldı. Hilal Cebeci, Atilla Taş gibi ününü kaybetmekte olan ünlüler hayatımıza yeniden girdi. Haber sitelerinin bir köşesinde, bazen de tam ortasında ünlülerin sosyal medyada paylaştığı fotoğraflar galeri olarak sergilenmeye başlandı, “Medya nereye doğru gidiyor?” soruları sık sık sorulur oldu. Gezi Direnişi sırasında Twitter’ın en aktif haberleşme aracı olması, tapeler falan derken devletin sosyal medya konusundaki politikasında değişiklikler meydana geldi. Ülkede yer yer sosyal medyaya erişim kısıtlandı ya da kısıtlandığı düşünüldü. Özellikle Gezi Direnişi Twitter için bir milat oldu. O güne kadar sürekli siyaset konuşan bir grup dışında siyasetten uzak duran insanlar, yaşanan olaylardan sonra analiz yapmadan duramaz oldular. Televizyonlarda X, Y, Z kuşakları tartışıldı. Bir yandan da paralı askerler türedi. Twitter bu açıdan küçük kardeş gibi haylaz davranırken Facebook büyük abi olarak seviyesini hep korudu. Kuşak çatışmaları, siyasi görüş farklılıkları sebebiyle paylaşım altı yorumlarda nice akrabalar birbirine küstü, arkadaşlıktan çıkarıldı, yeri geldi engellendi.

Yaşanan siyasi ve toplumsal olayların sosyal medyadaki bir diğer etkisi de “Hani sen ona üzülmüştün ya, buna neden üzülmüyorsun?” sorusu etrafında toplanan tepkiler oldu. Ege Üniversitesindeki karşıt görüşlü öğrenciler arasında çıkan kavga sonucu hayatını kaybeden Fırat Çakıroğlu hakkında yapılan paylaşımlarda da bu olay en üst düzeye ulaştı. Hatırlıyorum da o dönemde sosyal medyada “Neden Fırata üzülmüyorsunuz?”, “İki yüzlüsünüz.” gibilerinden bir sürü paylaşım yapılmıştı. Hatta daha ileri de gidilmişti. O gün bir kez daha anladık ölen insanları yarıştırma huyumuz sosyal medya yüzünden daha da üst boyutlara ulaşmıştı. İnsanlar istiyor ki yaşanan her olayın ardından her insan kendi istediği düzeyde tepki göstersin. Türkiyede yaşanan her acı olaydan sonra sizler de ana sayfanızda “Hadi profil fotosunu Fransa bayrağı yapanlar. Görelim sizleri. Bakalım Türk bayrağı yapabilecek kadar cesaretiniz var mı?” tarzında sitemler görüyorsunuzdur. Bir gün artık bu yorumlara sinirlenip profil fotoğrafımı her gün farklı bir ülke bayrağı yapma kararı almıştım. Neyse ki sinirim çabuk geçmişti.

İnsanlara acı veren, bir grubu üzen olayların yaşandığı günler sosyal medyada sıradan, günlük hayatı içine alan paylaşımlar yapmak pek hoş karşılanmıyor. Eğer komik bir şeyler yazdıysanız zaten vatan hainisiniz. Böyle günlerde büyük bir kesimin “Bu ülkede yaşanmaz gidelim artık.”, “Beyler ben Norveç’e gidiyorum. Gelenler beğensin.” tarzında yaptıkları paylaşımlar en özenilesidir.

ndem dışında yazma terbiyesizliği bazen olayın içerisinde acı olmasa bile gerçekleşebiliyor sosyal medyada. Yine klasik “NASA bilmem nerede su buldu” haberlerinden sonra gündem arayışı içerisindeki Twitter kullanıcısının hoşuna gitmiş olacak ki bu haber, herkes bir anda bu konuyu konuşmaya başlamıştı. Ben de işten yeni gelmiştim. Aklımda bir tweet vardı. Onu yazayım dedim gündemden bağımsız olarak. Aldığım tepki şuydu “NASA su buldu. Sen ne diyorsun hâlâ ya?” Aynen ben ne diyordum? NASA, Marsta su bulmuştu ve ben o suyu hiçe sayarak, hatta NASAyı küçük düşürerek gündemden bağımsız bir şey yazmıştım. Buna dayanamayıp hemen tweeti silmiştim ve Twitterdan çıkış yapmıştım. Ve bütün gün ağlayarak “Özür dilerim NASA, özür dilerim Mars, senden de özür dilerim su.” demiştim.

Yazımın sonuna gelirken söylemek istediklerimi söyledikten sonra tekrar etmek istediğim şeyler var: Somayı unutmayalım. Lütfen. Çok kişiyi öldürdüler. Unutuyoruz gibi geliyor bana. Acılarımızı yarıştırmayalım. Lütfen. Bir şeyleri anlamsızlaştırıyoruz gibi geliyor bana. Ne demişti Nadir Sarıbacak ödülünü alırken: “Muhabbet… Gerçekten… Belki bir duble rakı ya da bir demlik çay. Sadece muhabbet etmek kurtaracak bizi.” Kendinize dikkat edin. Allah analizlerinize zeval vermesin.

Şubat-2016

29 Nisan 2017 Cumartesi

Suspus Oldu Sazendeler Bu Gece

Hafta sonları dışarı çıkmaktan pek hoşlanmıyorum. Yapılabilecek bütün aktivitelerimi hafta içi iş çıkışına sığdırmaya çalışıyorum. Olası bir Fenerbahçe maçı dışında beni dışarıya çıkarmak zordur. Çıkarmaya çalışanlara da güzel bahaneler buluyorum.

O hafta da cuma günü hafta sonuna dair planlarımı yapmıştım. Film izle, bir şeyler yazmaya çalış, maç izle, sığır gibi yat, dizi izle, sosyal medyada takıl… 

Cumartesi günü öğle saatlerine yakın uyandım. Yalnız kahvaltı yapmaktan nefret ederim. O yüzden sokağın köşesindeki sulu yemekçide kuru-pilav yiyerek güne başladım. İnsana yalnız kahvaltı yapmak koyuyor ama yalnız kuru-pilav yemek o kadar da koymuyor. Neyse karnımı doyurduktan sonra eve geldim. Futbol izledim. Sıkıcıydı. Ardından dizi izledim birkaç bölüm. Yok, olmuyor. Ben sanat filmi izlemeyi çok severim. Hatta sanat filmlerini sinemada izlemeye bayılırım. İşte o gün de aklıma Ekşi’de Sarmaşık filminin yorumlarını okurken en az onun kadar iyi olduğu söylenen Abluka geldi. Şöyle bir bakayım gösterimde olduğu yerler var mı derken Taksim’de bir sinemada filmin tek seansta saat 21.00’de gösterildiğini gördüm. Sözde dışarı çıkmayacaktım hafta sonu. Ama dayanamadım. Hemen tüm planımı değiştirdim. Taksim’e gider, bir şeyler yer, ardından mis gibi filmimi izler, gece dönerim… Yeni planım beni oldukça mutlu etmişti. 

Taksim’e doğru yola çıktım. Tramvayda giderken aklıma bir tweet geldi. “Miskin miskin otururken üstüme bir hayvanlık geldi ve şu an Taksim'e Abluka denen filmi izlemeye gidiyorum.” yazdım tam olarak. 5 dakika sonra bir DM geldi. “Ben de gelicem.” diye. Ulan şimdi gel desen dert, gelme desen ayrı dert, diye düşünürken “Gelebilirsiniz.” dedim. Ardından 5 dakika sonra “Şaka şaka gelmicem. İyi eğlenceler.” diye cevap geldi. Amk salağına bak taşşak geçiyor benle, diye düşünürken de “Teşekkür ederim.” dedim. 

Taksim’e varıp yemeğimi yedikten sonra yine aynı kişiden bir mesaj geldi: “Ya ben çok gelmek istiyorum da yanımda kuzenim var. O da gelse sorun olur mu?” demiş. Hayır ben seni o kadar iyi tanıyorum ki gelsin tabii kuzenin de gelsin, amcana, dayına söyle, onlar da gelsin amk, siz hepiniz ben tek. “Gelebilirsiniz.” diye cevap attım yeniden. “Senden bi şey isticem ama. Olmaz dersen okey. Anlarım. Benim sevgilimmiş gibi davranır mısın kuzenimin yanında?” diye mesaj attı. Allah’ım diyorum bu nasıl bi sınav? Neyse battı balık yan gider “Tamam. Denicem.” dedim. Neyi denicen amk? Sen bilirkişi misin? Sen uzman mısın? Sen kimsin lan? O sırada sinemanın adını, filmin saatini falan sordu, söyledim. Bana çok teşekkür etti. Ben de salona doğru yola koyuldum. 

Galatasaray Lisesinin arkasındaydı sinema. Hemen vardım. Sinemanın tam karşısında canlı müzik yapan bir mekân vardı. Kapının önündeki adamların içeriye nasıl müşteri çektiklerini izlerken zaman çabuk geçmişti herhâlde. “Merhabaaa” diye bir ses duydum. Harbiden gelmişti mesaj atan kız, yani sevgilim, yanında da Suavi. Evet evet bildiğimiz Suavi. Oğlum kızın yanında Suavi’nin ne işi var amk? “Kuzenim” dedi Suavi’yi göstererek. Ben iyice sapıttım o an “Lan bir insanın kuzeni Suavi olur mu?” diye düşünüyorum. Tanıştığımıza memnun olurken “Ne kadar da çok Suavi’ye benziyorsunuz.” diyorum. “O bana çok benzer.” diyor. Gülüyorum bu dediğine ama o an “Suavi değil galiba.” düşüncesi aklıma yerleşiyor yavaş yavaş. “Yok yok değilim ben Suavi.” diyor. Amca o zaman niye böyle bir tarz benimsedin amına koyayım? Senin vizyonunu sikeyim afedersin ama. Aşırı yüksek bütçeli Suavi taklidi misin nesin sen acaba? Tabii bu arada hâlâ gülümsüyorum. “Ama çok benziyosunuz gerçekten.” diye kendimi tekrar ediyorum. Gülüşmeye devam ederek salona doğru yürüyoruz. Onlar bilet alırken Suavi bana dönüp “Sen istersen salona geçebilirsin. Bekleme.” diyor. “Ben senle güneşi bulmaya geldim, ürkme.” diyorum içimden. Elimle de Ronaldo’nun gol attıktan sonra yaptığı hareketine biraz benzeyen “Yok yok problem değil.” hareketimi yapıyorum. 

Salonda yerlerimizi alıyoruz. Filme olan konsantrasyonumu kesinlikle sağlayamıyorum. Aklımda sürekli Suavi var. Hâlâ o olmadığına inanmıyorum. Sesi de benziyor gibi sanki. Bir kadınla buluşmanın verdiği heyecanı bile yaşayamıyorum. Suavi ortamızda oturuyor. Hayır biz sevgiliysek Suavi neden ortamızda oturuyor? Arada bir filmle ilgili paylaşımlarda bulunuyoruz sessizce. Salonda bizden başka kimse olmamasına rağmen sessiz konuşmamız hoşuma gidiyor. Film bittikten sonra “Eeee nasıldı?” diye soruyor Suavi kızla ikimize. Ben beğendiğimi ama Sarmaşık kadar beğenmediğimi söylüyorum. Onlar da izlemişler Sarmaşık’ı. Bana katılıyorlar. Hatta kız “Sarmaşık’ı izlediğimiz salon daha güzeldi değil mi Emre?” diyor. “Evet.” diyorum. Bir yerlerde bir şeyler içmeye karar veriyoruz. Beşiktaş’a gitmek üzere yola çıkıyoruz. Bu arada kuzen Suavi Beşiktaşlıymış. Sessizce mırıldanıyorum onun şarkısının melodisiyle “Gücüne güç katmaya geldik. Formanda ter olmaya geldik.” diye. Kuzen Suavi beni siklemiyor. 

Beşiktaş’a geliyoruz. Mekânın birine geçiyoruz. Kız, başlarda Kuzen Suavi’ye onunla birlikte yaptığımız ortak şeylerden bahsediyor. Ben sürekli gülüyorum. Pot kırmaktan korkuyorum. Bu arada hâlâ Suavi diyorum ama kuzenin adının Nurettin olduğunu öğreniyorum. Çok düşündüler mi acaba bu adı? Yalan sana hiç yakışmıyor Yalıçapkını. O sırada mekândaki çalışanlara ve diğer insanlara bakıyorum “Acaba Suavi’yi tanıyacaklar mı?” diye. Kimseden beklediğim tepkiyi görmüyorum. Lan acaba adamı ben mi sadece Suavi olarak görüyorum? Bruce Willis’in aslında ölü olduğu aklıma geliyor ve helal olsun Burak Aksak, diyorum.

2-3 saat muhabbet ettik o gece mekânda üçümüz. Okuduğumuz okullardan, zamanında yaşadığımız şehirlerden, tanıdığımız insanlardan bahsettik. Muhabbetin sonlarına doğru Nurettin abinin Suavi olmadığını kabul ettim iyice. İlk geldiklerinde hissettiğim ikisinin arasındaki soğukluk ilerleyen saatlerde eridi. Eski günlerden bahsettiler sürekli. Ben iyice pasif konuma düştüm. Ayrıca kızla da çok iyi sevgili olabileceğimizi düşündüm bütün gece. Keşke numarasını alsaydım diye de pişmanım hâlâ. Çünkü o günden sonra bir daha hiç konuşmadık. Sadece teşekkür etti ayrıldıktan sonra. Sabahına da baktım hesabını kapatmış. Neden sinemaya gelmek istedi? O adam gerçekten onun kuzeni miydi? Neden benim sevgilisi gibi davranmamı istedi? Hesabını niçin kapattı? İşte bunların hepsi cevabını sadece benim bildiğim sorular olarak öylece kaldı.

Eylül-2016