30 Nisan 2013 Salı

2.500 lira


Tam olarak yaşımı hatırlamıyorum fakat ilkokulda olduğumu biliyorum. Hafta sonu bir sabah fırına simit almaya göndermişti beni evdekiler. Bu, evin hafta sonu klasiği olarak görülebilirdi. Dönüşte bi berberin önündeki böyle sahpamsı şeylerin üzerinde 2.500 lira görmüştüm. Dayanamayıp cebe atmıştım. İşte ben eve geldim daha sonra. Simitleri masaya bıraktıktan sonra cebimdeki 2.500 lirayı çıkardım. “Yolda buldum bunu.” dedim. Babam “Nerden aldın onu?” dedi. “Yolda buldum baba.” dedim. Rahmetli yine sordu “Nerden aldın onu?” diye. “Yolda buldum işte.” dedim. Bi daha sordu “Bana yalan söyleme. Nerden aldın onu?” dedi. Ben o anda “hıaaaghhhh” diye ağlamaya başladım.  Babam “Bırak ağlamayı. Yürü gidiyoruz. O parayı nerden aldıysan geri verceksin.” dedi. 

Aklımdan çıkmayan sahne: Babam ile yürüyoruz yolda hızlı hızlı. Utanmasak koşturucaz. Babam aceleyle üzerine kısa kollu bi gömlek geçirmiş. Altında şort var. Terlikler süper. Benim hâlâ gözlerimden yaşlar akıyor. Yıllarca ipek böceklerim için yaprak topladığım dut ağacından babam bir dal koparıyor. İşte o benim için Allah’ın sopası oluyor. “Hadi bakalım. Verme o parayı sahibine de herkesin önünde döveyim seni.” diyor. Lan 2.500 lira ya. O zamanlar o parayla muhtemelen 3-5 sakız falan anca alabiliyorsun. “Niye büyüdü bu olay böyle?” diye düşünüyorum. “Elim kırılsaydı da almasaydım.” diye düşünüyorum. O sırada berberin önüne geliyoruz “Burdan aldım.” diyorum.

Parayı aldığım yere bıraktım işte o gün. Sonra eve döndük babamla. Dönüş yolunda da elinde hâlâ Allah’ın sopası vardı. Hırsızlığın kötü bir şey olduğunu tam anlamıyla öğrendiğim gün o gündü. Babam üşenmeyip o kadar yolu yürümüştü benimle. O parayı çaldığımı nerden anlamıştı? Her şey tamam da ama 2.500 lira ne lan. Bir şeyin kötülüğünü öğrenmek için 2.500 lira çok az değil mi? Hayat çok ucuz derlerdi de inanmazdım. İnansaymışım keşke.

27 Nisan 2013 Cumartesi

Ot dergisi ve başıma gelen garip olaylar

Ot denen dergi 2013'ün Mart ayında ilk sayısını çıkardı. Benim bundan Nisan'da haberim olduğu için ilk sayısını alamadım. Daha sonra baktım ki Idefix'te derginin ilk sayısı satışta. Hemen sipariş verdim. Beni bilmem kaç gün beklettiler ve sonunda yayınevinin derginin ilk sayısını çıkartmadığını söylediler ve siparişimi iptal ettiler. Ben de napayım ne edeyim derken Twitter aklıma geldi ve 2-3 gün elinde fazlalık olan varsa bana yollasın gibilerinden tweetler attım. Neyse yollayacak olanlar çıktı. Yollarım deyip ses çıkarmayanlar falan çıktı derken bir gün bir link geldi, Idefix yeniden satışa başlamış ilk sayıyı. Dedim başka insanları uğraştırmaktansa 5 TL'lik dergiye 6 TL kargo parası ile siparişimi verdim. Hemen kargoya verdiler. Dün ben okuldayken kargocu gelmiş, tabii beni bulamadı evde. Aradı telefonla. "Hocam napalım, nereye bırakalım?" dedi. Ben de "Bizim evin orada blablabla kırtasiye var. Oraya bırakın." dedim. Neyse bırakmışlar. Bugün kırtasiyeye gittim. Orada çalışan adam "MNG'den tek kargo geldi. Onun da sahibi aldı gitti." dedi. MNG'yi aradım. "O tek kargo sizindi." dediler. Adama döndüm "Benim kargoyu başkası almış." dedim. Adam bana döndü "Kameralardan bakarız kimin aldığına." dedi. İşte böyle arkadaşlar. Benim sormak istediğim şu: Bana bu derginin birinci sayısını okutmamak gibi bir niyetiniz mi var? Ne yazıyo lan orda? Emre'nin 6 ay ömrü kaldı falan mı yazıyo? Benden saklıyo musunuz gerçekleri? Amk 2 yıldır aynı sistemle çalışan kargocu-kırtasiye-ben düzenini bozan ibne kim? Hadi yanlışlıkla aldıysa bugün neden geri getirmedi dergiyi. NİYE LAN NİYE? Ama dur yarın kameralardan bakıcaz. İşte o zaman seni bulacam oğlum.

18 Nisan 2013 Perşembe

Bayburt meselesi

Yazının basın açıklaması şeklinde olacağına dair bir his var içimde ama daha samimi bir ortam oluşturmak adına şunları buraya bırakıyorum: lan, pipi, kuku, taşak...

Şimdi gelelim Bayburt meselesine. Öncelikle meselenin çıkış noktasına değinmek istiyorum. Ben kendilerim 10 yıldır memleketimden, evimden uzakta yaşayan biri olarak "Memleket nere?" sorusuyla muattap olmuş bir kişiyim. Asıl sorun bu soruda değil bundan sonra gelecek olan karşıdaki kişinin "Benim orada falanca falancam var." muhabbetlerinde. Bir gün yine kendim gibi 10 yıldır memleket dışında yaşayan bir arkadaşımla konuşurken konu buraya geldi. İkimiz de aynı olaydan yakınmaya başladık. "Oğlum birisinin de bizim orada bi akrabası olmasın." cümlesinde birleştik. Yalnız baya bi sinirliyiz. Yetti lan yetti boyutunda. Muhabbet böyle ilerlerken arkadaşım "Bayburt diyelim lan memleketimize. Oğlum Bayburt'ta kimsenin akrabası yoktur. Tanıdığının olması bile çok zor ihtimal." dedi. Bu söylediği içimde öyle bir ferahlık yarattı ki "Ohahahaha harbi lan. Öyle diyelim." deyiverdim. Muhabbet o gün burada kapandı. Biz de gayriresmî olarak memleketlerimizi Bayburt yaptık.

Aradan 1-2 ay geçtikten sonra kurtarıcımız Bayburt benim ilgi alanım oldu. İnternette gezinirken zaman zaman kendimi Bayburt'un fotoğraflarına bakarken buldum. Tarihçesini araştırdım kimi zaman. Orada Baksı Müzesi adı altında muazzam bir yerin olduğunu öğrendim. 3. lige çıkma yolunda Bayburtspor taraftarlarıyla sevindim sosyal medyada. Kısaca kendimi iyice Bayburtlu gibi hissetmeye başladım. İlk olarak memleketim Bayburt'la ilgili "-Nereye gidiyorsun? +Bayburt'a gidiyorum. -Ooo. Gelirken bize (DÜŞÜNDÜ DÜŞÜNDÜ VE BAYBURT'UN NEYİ MEŞHUR BULAMADI) bi şeyler getir." tweetini attım ve olay bundan sonra koptu gitti. Zaman zaman Bayburt haberleri paylaştım. İnsanlar Bayburt ile ilgili karşılarına çıkan Bayburt Pazarı'ndan tut, Bayburt'la ilgili test soruları gibi şeyleri benimle paylaştılar, ben onları takipçilerimle paylaştım ve bol paylaşımlı bir ortam oldu.

İşte olay bundan ibaret. Ben Bayburt'ta doğmadım. Ailemden kimse Bayburtlu değil. Bayburtlu tanıdığım yok. Olay şu ki: Ben kendimi Bayburtlu hissediyorum. Aynı dünyadaki 1 milyon Bayburtlu gibi.

14 Nisan 2013 Pazar

34. gün

Anahtarlığındaki iki anahtarın hangisinin üst kapıyı açacağına dair oynadığın küçük oyununu bırakmışsın. Yüzde elli şansa olan inancının yüzde otuz üçe karşı olandan daha zayıf olmasını zor kabullensem de sana olan inancım sonsuzdu biliyosun. Yine fark etmiyorsun ama içeri girdiğin gibi anahtarı montunun cebine koyuyorsun. Muhtemelen yarın o montu giymeyeceksin ve evden çıkarken dakikalarca anahtarı arayacaksın. Yine bir konu hakkında onlarca boş kelime sarf ettim değil mi? Dua et de olayı kalbimin anahtarına bağlamadım.


İlk yöneldiğin yerin mutfak olması şaşırtmıyor beni. Bir insan kendini sandalyede nasıl rahat hisseder? Ağlıyor musun? Dursana daha erken. Gece uzun. Ben yokum. Hem mutfak ağlamak için hiç uygun bir yer değil bence. Soğan da doğramıyorsun ki zaten. Ha soğan demişken ne yiceksin bu akşam. Şey yani ne sipariş edeceksin bu akşam? Ağlamasana.

“Biraz dışarı çıkalım mı?” Çık bence. İnsanlar senin iyiliğini düşünüyorlar. O adamı sevmesem de çık yani. Muhtemelen sana “Ölenle ölünmüyor, hayat devam ediyor.” gibi şeyler söyleyecek. Sana anlamsız gelecek hepsi ama bir zaman sonra içinde anlam kazanacak. Çıkmıyosun. Defterimizi açıyorsun ve yazmaya başlıyorsun:

“Bugün gidişinin 34. günü. Aslında buna gidişin demek istemiyorum. Gidişimiz desem daha doğru. Ben seninle tanıştığımın 34. gününü dün gibi hatırlarken gidişimizin 34. gününü nasıl kabullenebilirim. Neden bu kadar plan yaptık birlikte? 34 günde adı Kaan olan kaç küçük çocuk gördüm biliyo musun? Bizden başka kimsenin dinlemeyeceğini düşündüğüm o şarkıyı sürekli duymamın sebebi ne? En sevdiğin tişörtünün aynısını giyen insanların sayısı nasıl olur da bu kadar çabuk artar? Bazen gerçekten anlamıyorum. Her “Hayat devam ediyor.” denildiğinde “Sikeyim böyle hayatı.” diyorum içimden. Seni çok özledim lan Cankuli. Bak yine güleceğim geliyor böyle deyince. Aklıma o “Bana bundan sonra Cankuli desene.” deyişin geliyor. Ölümün şakasını yaparken sen değil miydin beni susturmaya çalışan. Keşke hiç ses çıkarmasaymışsın. Belki az da olsa normal gelirdi o zaman. Şimdi çok bok.”

2 Nisan 2013 Salı

Gerçek kesit #3

Yine yeni yeniden bir attırmalı yazı ile karşınızdayım. Bu yazı türünün en zor kısmı ilk cümle. Ohoooo direkt yazar moduna girdim. İlk cümleeeeee. Evet ilk cümleeeeee. Onu yazdıktan sonra gerisi geliyor. Ha bu arada Türkçemizde gerisin geri diye bir zarf var. En sevdiğim kelime gruplarındandır kendileri. Kullanmadığım şeyleri severim gibisinden bir şey de mevcut aslında hayatımda. Hani böyle elini kaldırmadan mektup zarfı yapmaya çalışıyoduk küçükken. İyiydi o. İkinci sınıfta el yazısı öğrenirken öğretmen "El yazısı yazarken el kağıttan kaldırılmaz." derdi. Ben de o zamanlar inadına sürekli kaldırırdım. Kendi kendime de "Bak kaldırıyorum işte." derdim. Deniz Baykal swf tıkla. Neyse konumuza dönmek gerekirse eğer belirli bir konumuz olmadığını görüyoruz. Bakmakla görmek farklı şeymiş. Böyle klişeler sizi de çok sıkmıyor mu lan? Yani böyle tam ciddi bir ortamda birisi bu tarz şey söyleyince benim gülesim geliyo. Bakmakla görmek farklı şey. Hayır bi de aklıma "Vakvakla ördek aynı şeydir." cümlesi geliyo öncelerden okuduğum. Yalnız bi yerde okudum. Lütfen. İnternette falan görmedim. Bi yerde okudum. İnternette görünce seviye düşüyor. Bir yerde okudum deyince sanki bütün gün kafayı ansiklopedilerden kaldırmıyormuşsun gibi oluyor. Yine kaldırmak dedim lan. Kopamadım konudan. Şey bu arada ansiklopedilere noldu ya? Ben küçükken bizim evde çok vardı. Ana Britannica, Temel Britannica, Gençlik Ansiklopedisi falan filan. Çocukluğum bunlarla geçti lan benim. Açar okurdum salak salak. Sen çocuksun oğlum git çizgi film izle. Hayır ben illa bunları okurdum. Arkadaşlarım sokağa çağırırdı. Ben "Gelmicem ben ansiklopedi okucam." falan derdim de demezdim tabii. Son dediğim sokak muhabbeti şaka. Sokak çocuğuyduk kank. Bunlar babadan oğla nesil. Nesiller boyu güven. Türk öğün çalış. Çalış. Çalış. Çalış.

Yazma süresi: 13 dk