18 Aralık 2015 Cuma

Gene mi amcalar?

Okuldan çıktıktan sonra sinemaya gitmeye karar verdim. Hafta sonunu beklemem biraz riskli olurdu çünkü. Günlerden perşembe. Yarın film gösterimden kalkabilir. Bilgisayarım önümde açık. Filmin festival filmi olduğu için çok az salonda gösterime girdiğini biliyordum. Bana en yakın salon 1 saat uzaklıktaydı. Olsun, dedim. Okuldan çıktıktan sonra koştura koştura tramvaya gittim. Acelem vardı. Evet çünkü film akşam tek seansta gösterimdeydi. İş çıkışı toplu taşıma araçları nefretlik bir durum. İki aktarmadan ve kısa bir yürüyüşten sonra filmin gösterimde olduğu AVM’ye geldim. X-Ray’den geçerken sırt çantamı bıraktım. Güvenlik, içindeki laptopu çıkarmam gerektiğini söyledi. Dedim, sinemaya geldim ve film şu an başladı. Laptop falan yine geveledi ağzında bir şeyler. Çantayı açarken, zaten öğretmenim, dedim. Çanta o kadar doluydu ki içindeki “En Ünlü Masallar” kitabı çanta açılır açılmaz yere düştü. Güvenlik “Tamam hocam tamam.” dedi. Bilet almak için kuyruğa girdim. 10 dakika gecikmeli olsa da filme yetiştim. Mutluluk bir. 

Salonda 4. kişi olarak yerimi aldım. Filmin ayrıntısına girmek gereksiz diye düşünüyorum. Yine de merak etmişsinizdir. Çok beğendim. Çıktıktan sonra bir şeyler yedim ve AVM’de kitapçı aradım. Aslında almak istediğim bir kitap yoktu. Sadece gezmek istediğim kitapçı vardı. İçeriye girdim. Kitapların olduğu bölüme girmeden dergilere bakmaya başladım. Umut Sarıkaya’nın Naber’i 3. sayısıyla karşımdaydı. Mutlululuk iki. Hemen aldım. Muhtemelen günler, aylar olmuştur 3. sayı çıkalı ve ben yeni görüyorumdur. Diğer dergilere bakmadım bile. Zaten çoğunu önceden almıştım. Sonuçta ayın ortasını bile geçmiştik. “Yılbaşında napıcam?” Kitapların olduğu tarafı da şöyle bir dolaştıktan sonra çıktım kitapçıdan. Ardından AVM’den. Metro istasyonuna doğru yürüdüm. Yolda şarkı söyledim kendi kendime. “Ne kadar da karanlık olan bir yol. O kadar karanlık değil aslında.” Sözleri etkili olmasa da şarkımı beğendim. Melodisi güzeldi. Bu arada çevrede hiç insan yoktu. 10 dakikalık yürüme mesafesinde gördüğüm yaya sayısı sadece birdi. Rakamla 1. Metroyu beklerken dergiyi açtım. İlk sayfadaki editörün okura seslendiği bölümü çok merak ediyordum çünkü. “Bu dergi gidici.” gibi düşünmeden edemedim. Metro geldi. 
Vagondaki bütün ters koltuklar boştu. Bir amcanın yanına oturdum düz gidebilmek için. Amca bir dahaki istasyonda indi. Yanıma bir kadın oturdu. Bakmadım nasıl birisi olduğuna. İkinci sayfadaki yazıyı okuyordum. “Bence dergi 5. sayıdan sonra bitecek.” dedi. Kafamı kaldırdım. Oooo dünyanın en güzel kızı da vagonumuza teşrif etmiş. Hoş geldiniz efendim. Bağcılar mı? Siz ayan ablalar mısınız? Gene mi amcalarsınız? Yahu ne işiniz var burada. Havaalanı metrosu olsa anlarım. Taksim metrosu olsa anlarım. Fünikülere zaten tamamım. Ama biz Bağcılar metrosundayız. Yolunu şaşırmış bir prenses. Vagondaki herkes o an potansiyel kurt. Kesin bu taraflarda uzaktan bir akrabası var ve Facebook’ta bunu çevrimiçi görünce hemen yazdı sohbetten o akraba. Evlerine çağırdı. Prenses de onlara yemeğe gitmişti. “Nerden biliyosunuz?” dedim. Dudaklarını büzdü, kaşlarını kaldırdı. “Son sayfayı okuduğunuzda anlarsınız.” dedi. Screenshot aldım o hareketini. Menü tuşuyla, ekranı kapama tuşuna aynı anda bastım. Tam da Stiiv Cobs yazısını okurken yaptım bunu. O sırada düşünmeye başladım: Hemen son sayfayı çevirsem mi, yoksa gülümseyip dergime dönsem mi, diye. Üniversiteden tanıdığım ve kadınlarla olan ilişkilerimde bana klişe lafı olan “İŞTE SEN HEP BUNDAN KAYBEDİYORSUN”u söyledi arkadaşım. Onun ne işi varsa burda. Son sayfayı çevirdim. Yine editörden bi mesaj vardı okura. Derginin 2016 yılı içerisinde biteceğini düşündüğüm hâlde bitmeyeceğini savunasım geldi o an. Dedim “3-5 yıl bitmez bu dergi bence.” Gülümsedi. Screenshot. “Şu edebi karikatürleri okuyor musun?” diye sordu. İlk iki sayıda istemeye istemeye okumuştum aslında ama okumuştum sonuçta. Bu arada ikinci tekil şahsa çok çabuk geçmedik mi? “Pek sevmiyorum ama okuyorum.” dedim. Sanırım mutlu oldu. “Ben direkt geçiyorum oraları.” dedi. “Biz de bu faslı direkt geçip sevgili olsak ya hemen.” diye düşündüm. Yoksa söyledim mi ya? Düşündüm evet. “Mantıklı.” dedim. Zaten onun yaptığı herhangi bir şey mantıksız olamaz herhâlde. Mantık yok olurken onun kapısını çalıp “Efendim ben çıkıyorum.” demeli. 

Sanırım muhabbetimiz bitti. Zaten metro değiştirmeye iki durak kaldı. “Nerde oturuyosun?” diye sordu. Bağcılar metrosunda olduğumuz için kendimde “Gaziosmanpaşa.” deme cesaretini kolaylıkla buldum. “Sen nerde oturuyosun?” diye sordum. “O benim sorumdu.” dedi. Gülümsedi. Bunun screenshot’ı vardı ama bi tane daha olsun diye yine screenshot. “Senin de okumanı böldüm. Kusura bakma.” dedi. Sen hep böl okumamı. Okutturma bana bir şey. Lanet olsun edebiyat. Kahrolsun Dostoyevski. Kafka’yı böcekler yesin. “Biliyo musun metroya ilk bindiğimde bu metrodaki yolcular arasında önceden Naber’i okumuş olan var mıdır acaba?” diye sormuştum kendime. “Ha evet sorunu duydum da geldim zaten.” dedi. Bu cevap beni biraz şaşırttı. Hangi ifade ile söyledi acaba, diye yüzüne baktım. Gülmüyordu. Kafamı çevirdim. Dayanamadım yüzüne bir daha dikkatli baktım. Yanıma ilk oturduğu andaki güzelliği yoktu artık. Hatta baya baya değişmişti. Bir yandan gülümsüyorum, bir yandan “Amına koyım noluyo lan?” diye düşünüyorum. Metro son durağa geldi o anda. Diğer metroya geçmem lazım. Az önce ne desem de diğer metroya kadar birlikte yürüyebilsek diye düşündüğüm kadından şimdi selam vermeden kaçmanın planlarını yapıyorum. “Diğer metroya mı?” diyor. “İvit.” diyorum. “Birlikte gidelim istersen.” diyor. İstemiyorum. “Olur tabii.” diyorum. Ücretsiz geçiş hakkımızı kullanıp diğer metroya geçiyoruz. Metronun kalkmasına iki dakika var. Bu sefer karşılıklı oturuyoruz. Yüzüne daha net bakma fırsatı doğuyor böylelikle. O an aslında onun erkek olduğunu fark ediyorum. “Ya yok artık.” diyorum içimden. Duraklara bakıyorum. 6 durak sonra inip tramvaya geçicem. İneceğim yere kalan durak sayısı azaldıkça ilk gördüğümde “Keşke sevgilim olsa.” diye düşündüğüm kadın git gide İbrahim Erkal tipli bir adama dönüşüyor. Diyorum “Acaba metroya ilk bindiğimde uyudum da bunların hepsi bir rüya mı? Birazdan görevli sarsarak uyandıracak beni.” Kendim uyanmaya çalışıyorum. Harbiden gerçek. 


“Böyle bir şey nasıl olur lan?” diye düşünürken nasıl olduysa İbrahim Erkal tipli adamla Gazi Mahallesi’ne rakı içmeye giderken buluyorum kendimi. Adam görmüş geçirmiş birisi belli. Anlatıyor da anlatıyor. 80’lerden giriyor. 90’lardan çıkıyor. Sivaslıymış. Ondan bahsediyor. Gemilere ilgi duyuyor herhâlde, diye düşünüyorum çünkü gemiler hakkında çok konuşuyor. Detaylara çok takılıyor. Kafamı sikiyor bütün gece rakı masasında. “Lan neler düşledik, şimdi gecenin sonuna bak.” diye düşünüyorum içimden. Rakının da etkisiyle dayanamayıp soruyorum. “Abi biz seninle ilk tanıştığımızda sen kızdın biliyo musun?” diyorum. “Yok be abim niye kızıcam?” diyor. Üstüne gitmiyorum. “Abi kalksak mı artık? Benim yarın okul var.” diyorum. “Vaaaaay. Umut abin mi? Okul mu? Söyle kardeşim. Umut abin mi? Okul mu?” diyor. Bu arada saatlerce konuştuğum adamın adının Umut olduğunu öğreniyorum. “Ne umutlarla yola çıkmıştık be abi? Sikeyim okulu.” diyorum. Meyhaneciden masaya bi 35’lik daha istiyoruz. “Bu sefer kime içelim kardeşim?” diyor. “Montla sıçan adama içelim abi.” diyorum. “İçelim lan pezevenk.” diyor. İçiyoruz.