30 Kasım 2011 Çarşamba

Gerçek Kesit #1

Aklıma bazen çocukluğumda yaşadığım bir olay ya da tanıdığım kişiler geliyor. Mesela yemek yerken durduk yere plastikçi Mehmet amca geliyor. Zaten bu sıralar aklıma çok plastikçi Mehmet amca geliyor. Onu da buraya bir daha aklıma gelmesin diye yazıyorum zaten şu an. Bir de kahveci Mehmet abi var. Şimdilerde amca olmuştur çoktan. Babamla çarşıya gittiğimizde bir avuç kahve çekirdeği alırdım ondan. Yerdim yol boyunca. Tabi onun bir avcu benim iki cebim ediyordu o zamanlar. Geçenlerde yine dükkânına gittim. Oğlu duruyordu tezgahta. Yine istedim kahve çekirdeği. Yine yedim yol boyunca. Kahve çok ilginç bir şey zaten. Bıyık mı çıkartıyordu o? Sakızda ne oluyordu peki? Yamuk mu çıkıyordu bıyıklar? Sakızı yutunca da sakız ağacı mı çıkıyordu midede. Midede bir ağaç düşünsene. Uçlarında falımlar, turbolar, tipitipler. Kolalı sakızlarda ülke bayrakları çıkıyordu ne güzel. Sakızı yere atanlar oluyordu bir de. Üstüne basanlar ise ayrı bir hikâye. Hiç zift dökülmüş bir yoldan geçtin mi? Alttan nasıl da gelir koku ve sıcaklık. Ben küçükken nerede zift dökülmüş bir yol görsem gider sakız alırdım ve yola atardım hemen. Zaten sobanın üzerine tükürmekten sonraki en büyük hobim de sakız atmaktı. Köpürürdü sakız. Sonra sararırdı ve sobanın üzerinde iz kalırdı. Annem görmesin diye onu ıslak bezle silme çabalarım. Eskiden ıslak mendil diye bir şey yoktu sanki. Vardı da böyle yaygın değildi sanırım. Bez sabunlanır öyle silinirdi eller ağızlar. Yatarak televizyon izlemek ne güzel bir şeydi? Artık televizyon izlemez olduk. Kırlentlere bakıyoruz sadece. Annelerimiz koltuğun iki yanında duran kırlentleri bizden çok mu seviyorlar ki? Ne zaman sağa sola fırlatsam bir tepki geliyordu kesinlikle. Karıncaları dövüştürdün mü sen hiç? Bir kabın içine bir sürü karıncayı koydun mu mesela? Birini koyarken diğeri kaçmaya çalıştı mı? Sinirlenip öldürdün mü bir tanesini? Sineğin kanadını kopardın mı? Sümüklüböceğin üstüne tuz döktün mü peki? Evinin tuvaleti dışarıda oldu mu hiç senin? İşemeye giderken aklına kötü şeyler getirdin mi? Mesela annenden babandan sen işerken tuvaletin önünde durmasını istedin mi? Ben hep istiyordum mesela. Korkuyordum çünkü. Bir keresinde annem "Yap altına." demişti. Yapmıştım ben de. O kadar korkuyordum mesela. İşerken "destur" dedin mi sen hiç? Hem de neden destur dediğini bilmeyerek. Böyle işte öylesine konuşmak istedim şimdi. Artık böyle konuşacağım arada bir. Konusuz. Bağımsız falan. Destur.

21 Kasım 2011 Pazartesi

Düğünde bana atılan parayı çaktırmadan cebime soktum!
















Blog yazılarıma şöyle bir göz gezdireyim dedim fakat bir de ne göreyim. Hahaha. Olmadı lan bu benim giriş tarzım değil. Düğünler… Neydi düğünler? Niçin vardı? İlk düğün M.Ö 214 yılında… Yok abi bu da olmuyor. Ben en iyisi konuya direkt atlayım: Hop…

Düğünler… Bir çocuk için düğünler kaçırılamayacak fırsatlardı. Düğünün olacağını duyan çocuğun günler öncesinden içini heyecan kaplardı. Neler vardı peki düğünlerde? Öncelikle dandik markalı bir meyve suyu vardı. Ne kadar yenirse düğünün o kadar güzel geçtiğine inanılan düğün pastası vardı. Fakirliğin toplumsal simgesi olan naylon içerisindeki kuru yemiş vardı. Sahnede koşturmaca vardı. Anneden gizli düğün salonun dışında yapılan küçük kaçamaklar vardı.

Anne için ise önemli olan sahneyi en güzel açıyla karşısına alabilmekti. Bunun için düğüne ne kadar erken gidilirse, o da olmadı düğüne erken giden birisine yer tutturulursa kârdı. Düğün boyunca “Anneaaa mısır alcam ben para ver. Aneeaaaa cips alcaz biz para ver.” diyen çocuğa karşı annenin düğün boyunca süren denge politikasının evde böl-parçala-yönete doğru kayması muhtemeldi. Anne için diğer önemli bir şey ise nikah şekeri idi. O şekerleri yemezdi anne. Çocuğuna da yedirmezdi. Eve gider, vitrine koyardı. Senelerce orada dururdu o şeker. Aynı anne düğünün davetiyesini de senelerce saklardı, affetmezdi.

Baba için ise düğün daha çok gürültüden ibaretti. Baba arada bir salona girer, dans etmek gerekiyorsa dansını eder, çiftetelli oynamak gerekiyorsa çiftetellisini oynardı. Babanın yeri düğün salonunun önüydü. Bilemedin civardaki en yakın meyhane idi.

Düğünlerde bir diğer dikkat çeken olay ise sahneye atılan paraları toplayan elemanlardı. Eminim bir göz doktoruna götürülse bu elemanlar “İnsan değil lan bunlar.” diyen doktor mesleğe küserdi. Onlar sahnenin dört bir köşesine yayılmış paraları tek tek görür ve gider toplardı. Çocuklar bu elemanlara düşmandı ve birkaç banknotu cebe indirebilirlerse arkadaş ortamında anlatacak güzel şeyleri olurdu. “Oğlum akşam düğünde bana atılan parayı çaktırmadan cebime soktum lan eueheuhe.” gibi.

Düğünlerin en kritik noktalarından birisi de kamera idi. Kamera “Naciye ne takmış? Aaaa şuna bak bi yirmilik takıp gitmiş. Hâlbuki biz çeyrek takmıştık.” yorumlarına sebebiyet veren bir cihazdı düğün boyutunda. Tabii ki kameranın kendisini çektiğini fark eden insanların ne hâllere büründüğüne hiç girmiyorum bile. Çeyrek falan demişken takı merasimi düğünden ilk kalkış fırsatı idi. Takı merasiminden sonra salonun yarısı boşalırdı nerdeyse. Çünkü Naciye teyze, çünkü Dürdane teyze görevini yapmıştı ve takmıştı. İşi uzatmanın anlamı yoktu.

Düğünlerin en eğlenceli kısmı ise sonları idi. Sonlara akrabalar ve yakın aile dostları kalırdı genelde. Halaylar bu aşamada hız, düğün sonu fotoğrafları ise anlam kazanırdı…

Sanırım yazının uzamaması adına böyle tadında kesmek güzel olur. Bilirim gün geçtikçe düğünlere gitmek işkence hâline gelir. Onlar biliyorlar da mı oynuyorlar sanki? Gelin hanımın kardeşlerini sahneye alıyorlar bak. Hey Damat! Sen kiminle dans ettiğini sanıyorsun? Çocukları pistten alalım mı? Sandalye yetmedi dışarıdan getirelim mi? Ha bu arada her şeyi geçtim de acaba içkili miymiş düğün?